5 Kasım 2011 Cumartesi




Sitelerden 'farklı Müslüman' çıkacak! 


Mustafa Özel Röportajı/Yenişafak;17.10.2011


Zengin dindarların içinde camisi de olan sitelerde oturarak Müslümanlarla irtibatlarını kesmiş olacaklarını söyleyen Ekonomist yazar Mustafa Özel çok çarpıcı tespitler yaptı.
İstanbul Şehir Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Mustafa Özel iktisadı salt finansal bir olgu olarak algılamayıp toplumsal ve felsefi yönleriyle bütüncül olarak ele alan bir bilim adamı. Öyle ki iktisadi düşünce tartışmalarını cennetten başlattığını söylüyor. Bilim Sanat Vakfı'nın başkanlığını, Türkiye Milli Kültür Vakfı'nın başkan yardımcılığını yürüten Özel aynı zamanda MÜSİAD ve İHH yüksek istişare kurulu üyesi. Bizse onu daha çok köşe yazıları ile tanıdık. Bilim Sanat Vakfı'ndaki odasında görüştüğümüz Mustafa Özel'in günümüzde giderek artan "site"ler konusunda endişeleri vardı. Bu konu üzerinde özellikle durdu. Kendisini soyutlayan dindarların sitelerde yetişecek çocuklarının diğer insanların dertlerine karşı duyarlı olamayacağını ifade ediyor Özel.
İktidarla birlikte dindar kesimin zenginleştiği söylenir. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Türkiye'nin genelinde dindarlar hem siyasi hem iktisadi hem de kültürel imkanlardan önemli ölçüde uzaklaştırılmışlardı. Bunun sınırları olacak elbette. Günün birinde bu insanlar gasp edilmiş "haklarını" geri alacaklardı. Bu süreç, bu iktidarla başlamış bir şey değil. Zaman zaman kesintiye uğrasa da son 50-60 yılın hikayesi budur. Son on yılda Türkiye'ye siyasi istikrar geldi. Siyasi istikrar ekonominin olmazsa olmazıdır. İradesi olan bir hükümet olmadan ekonomik gelişme olmaz. Şimdi bu meydana geliyor. Benim kanaatime göre dindar olanlar bundan yüzde 50 faydalanıyorsa, dindar olmayanlar yüzde 150 faydalanmışlardır. Büyük sermaye gruplarının 10 yıl önceki sermayelerine, iş hacimlerine bakın, bir de şimdiki duruma bakın aradaki farkı görürsünüz.
Dindarların ekstradan bir kazanımları olmadı yani?
Bu ülkedeki dindar girişimcilerin büyük kısmı KOBİ bile diyemeyeceğimiz çok küçük işletmelerin sahipleridir. Bunlar yerlerinde saymışlardır. Küçük esnafla büyük kapitalist arasındaki bölgede dindarların yoğunlaştığını görüyoruz. Son on yılda daha çağdaş gelişmelere "ayak uydurabilen" kısmı biraz daha fazla öne çıkmıştır. Dolayısıyla son on yıldaki siyasi gelişmeler, evet, bazı dindar girişimcilere yaramıştır. Fakat dindarların hepsine de yaramamış, ayrıca "dindar olmayan" büyük sermayeye daha fazla yaramıştır.
ADAM ZENGİN OLUR MU?
Bizim süregelen bir tartışmamız var. Müslüman zengin olabilir mi, olmalı mı?
Yıllar önce "Adam zengin olur mu?" diye bir yazı yazmıştım. Daha sonra bir MÜSİAD başkanının etrafında meydana gelen tartışmalar sonunda "Zengin adam olur mu?" diye bir yazı yazdım. Bu yazıların özü şu: Müslüman tabii ki zengin olabilir. Müslümanın ille de yoksul olması gibi bir ilke söz konusu değil. Peygamber Efendimiz'in arkadaşları arasında da çok sayıda ve önemli miktarda zenginler oldu. Önemli olan zenginliğin şükrünü eda edebilmektir ve zenginliğin Müslümanı diğer Müslümanların ve insanlığın dertlerinden soyutlamamasıdır. İnsanlar zenginleşirken aynı zamanda başka insanların dertleriyle dertlenebiliyorlarsa, zenginleşmelerinin şükrünü eda ediyorlar demektir. Dolayısıyla insanların ancak yoksul olma şartıyla Müslüman olabileceklerini söylememiz söz konusu değil. Fakat Türkiye'de gelecekte Müslümanları İslami hassasiyetleri açısından sıkıntıya sokabilecek gelişmeler oluyor.
Mesela?
İslami siteler mesela. Bunu çok ciddiye almak lazım. Benim de birçok arkadaşım sitede oturuyor. Ben de iyice yaşlandım, belki yeterli param olsa gidip bir sitede oturacağım! Biz köy veya mahallelerde yaşadık, Müslüman halkla beraber, zengin fakir aynı camiye gittik, aynı sahada top oynadık. Sitede de yaşasak, artık etkilenmeyebiliriz. Fakat ya küçük çocuklarımız, ya bebekler? Onlar hayatları boyunca yoksullardan uzak, onlardan korkan, boyuna güvenlik arayan paranoyaklara dönmeyecekler mi? Yoksulların çocuklarıyla aynı mahallede büyüyüp aynı okulda okumadıkları için onların dertleriyle dertlenmeyeceklerdir. Bu özel sitelerde yaşayan Müslümanların çocukları "farklı Müslümanlar" olacaktır. Bugün kapitalizmin merkez ülkelerinde durum budur. Demokrasi fiiliyatta toplumun onda birinin servet ve gelirin onda dokuzuna el koyduğu, onda dokuzun bu onda bire "zarar veremediği" marazi bir yapının siyasi sigortasıdır!
Olması gereken ne peki?
"İslami siteler"in ortaya çıkaracağı İslami problemi ciddiye alalım. İnsanlar zengin yoksul beraber yaşamalı. Cami Müslümanları cem etmeli. Bir mahallede yaşıyorsunuz o mahallede 5 tane yoksul, 15 tane orta halli, 3 tane de zengin var diyelim. Zenginin daha iyi arabası olabilir, evini daha güzel yaptırabilir. Ama bir şehirdeki zenginler, diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, kendilerini bir anda orta hallilerden ve özellikle de yoksullardan sıyırıp daha güvenlikli ve daha konforlu yaşamak için, içinde camisi de olan siteler kurdular mı diğer Müslümanlarla irtibatlarını kesmiş olurlar. Hiç olmazsa siteleri camisiz yapalım, namaz vakitlerinde olsun ahaliyle buluşma imkanı yok olmasın!
TASARLANMIŞ DİLLE KONUŞUYORUZ
Böylesine "kırılmış bir dünyada" insanoğlu umutsuzluğun ve nihilizmin kucağına düşer diyorsunuz. Bugün nasıl bir dünyada, nasıl bir ruh hali içinde yaşıyoruz?
Doğal ile ilişkisi mutlak anlamda kesilmiş olmasa bile azalmış, azaltılmış insan. Doğal insan kendi hamuruyla yani "toprak"la haşır neşirdir. Diğer insanlarla gerçek anlamda konuşabilir. Şimdi biz konuşmuyor muyuz diyebilirsiniz. Modern insanlar birbirleriyle başka dolayımlardan geçerek konuşurlar.
Ne gibi dolayımlar?
"Papalagi" diye bir kitap var. 1920'lerde bir Alman antropolog tarafından yazılmış. Bir yerli yıllarca vahşi kabile içinde yaşadıktan sonra modern dünyaya gelse, Paris gibi, Londra ve Berlin gibi şehirlerde bir müddet yaşadıktan sonra kabilesine dönünce ne anlatacak? Aşağı yukarı şöyle şeyler: Biz iki yerli karşılaştığımızda yolda gördüğümüz sayısız değişik bitkilerden, hayvanlardan bahsederiz. Halbuki beyaz adamlar karşılaşmadan önce her sabah, harf denilen şeylerle dolu, gazete adını verdikleri bir kağıt tomarını kafalarına doldururlar. Birbirleriyle karşılaştıklarında hep o gazetelerden kafalarına dökülmüş lafları konuşurlar. Kimse farklı bir gerçekten söz etmez!
Konuştukları kendi cümleleri değil aslında o zaman?
Kendi sorunları değil, kendi cümleleri değil, kendi söylemleri değil. Tıpkı tasarlanmış kıtlık olayı gibi medya üzerinden adeta tasarlanmış bir dille konuşuyorlar. Konuşup anlaştıklarını zannediyorlar ama muazzam derecede bir anlaşmazlık, birbirini anlayamama ve birbirinden uzaklaşma içindeler. Neden Batı'da "bu kadar insan" yalnızlık çekiyor? Yahut orada insan "bu kadar yalnızlık" çekiyor? Neden bu kadar çok sayıda boşanma gerçekleşiyor? Eğer bunlar anlaşabilen insanlar olsalardı bu söylediğim şeyler had safhada olmazdı.
MODERN İNSAN AKINTIYA KAPILMIŞ
Siz gazete okumayı o yüzden mi bıraktınız?
Gazete okumuyor, televizyon izlemiyorum (Barcelona maçları hariç!).Televizyonda birkaç yıl program yaptım, gazetede de 15 yıldan fazla yazdım. Öyle bir noktaya geldim ki kendimi bir anaforun içinde hissetmeye başladım. Köklü bir kopuş olmazsa kendime gelemeyeceğimi hissettim. Koptuğum andan itibaren ayda ortalama 5-6 ciddi roman okuyorum. Her zaman gündemimde 3-4 ciddi sosyal bilim kitabı oluyor. Kendimi o aşırı akan ve muhakeme yürütmekten ziyade tepki vermeye müsait ortamdan sıyırmaya çalıştım. Modern insan akıntıya kapılmış insandır. Muhakeme yürütmüyoruz, tepki veriyoruz. Akışın bir parçası haline geliyoruz. Bu anafor içinde insanların gerçek şahsiyet sahibi olmaları çok zordur. Fikrimiz yok ki. Bir takım fikirlerin adamı haline geliyoruz.
Modern dünyanın 360 kadar putu var
Sitelerde oturmaktan markalı ürünler kullanmaya kadar her konuda bir eleştiri yapıldı mı genelde şöyle cevap veriliyor: "Müslümanlar iyi şeylere layık değil mi?" Ne dersiniz?
İyi şeylerden ne kastedildiği önemlidir. Ferah bir ev, güvenli bir araba veya rahat bir giysi elbette arzu eden her insanın hakkıdır. Fakat bugün dünyada, tıpkı cahiliye devrinin Kâbe'sindeki putlar gibi, 360 dolayında marka vardır ki, insanları yüksek bir bedel karşılığında bir şebekeye, bir locaya dahil edip diğer insanlardan ayırmaktadır. İnsanlar bir araba, ayakkabı veya eşarp sahibi olmanın değil; bir locaya "yükselmenin" bedeli olarak ciddi fiyat farkları ödüyor. Kabe'deki putlar kozmik alemin varlık sebebi sayılan Yaratıcı Güç ile insanlar arasındaki aracılardı. Günümüzün markaları da sosyal alemin varlık sebebi sayılan Tasarımcı Güç ile kalabalıklardan kopmak isteyen hırslı insanlar arasındaki aracılar. Marka düşkünlüğü ile "site yurttaşlığı" böylece birbirini tamamlıyor.
Marka ürünler sakıncalı mı sizce?
Her ürün ismi bu anlamda marka değildir. Markaların önemli bir kısmı birer imzadır aslında. Totem olan, put olan az sayıda marka vardır. Mesela sucuk, pastırma imal ediyorsunuz; en sağlıklı şekilde insanlara et ürünleri sunuyorsunuz. Tüketici yıllarca sizi denemiş ve ürününüze güveniyor. Bu anlamda marka bir nevi imzadır ve ortada sorun yoktur. Sorun, kendisine sahip olmadığınız zaman "adam olamayacağınız" duygusunu veren ürünlerdedir. Son zamanlardaki bir araba reklamını hatırlayın: "Siz onu satın alırsınız, o size sahip olur!" Evet, aynen böyle. Bu arabanın Lat ve Uzza gibi ilahlardan ne farkı var?
Peki çıkış yolu var mı?
Sadece akla dayalı tasarımlar (adına Sosyalizm değil İslam Ekonomisi, İslam Devleti veya İslam Toplumu desek bile) insanoğlunu burada, aşağılarda, cennetin uzağında bırakır. Cahiliyye Mekke'sinden Münevver Medine'ye geçişin anahtarı kalbimizdedir. Medine Pazarı'nın kuruluşunu inceler ve Efendimizin Veda Hutbesi'ne kulak verirsek, bir çıkış yolu bulabiliriz.
İcat edilmiş bir kıtlık içinde yaşıyoruz
İktisada sadece bankacılık-finans ve borsa olarak bakılıyor. Sizse daha bütüncül bakıyorsunuz. Toplumsal olanla bağlarını inceliyorsunuz. Bu bakış açısına nasıl kavuştunuz?
Soyutlama yapmadan bir bilgi dalını geliştiremezsiniz, fakat soyutlama yaptığınızın farkına varmazsanız, sudaki hayaline aşık Yunanlı gibi geliştirdiğiniz teoriye perestiş edersiniz, onu putlaştırırsınız. İktisat temelde fiyat oluşumu ile ilgilenir, bu sürecin ana belirleyicisi de nedrettir (kıt'lık, enderlik). Kıt olan şeyler değerli olur ve kıtlık insanların gündemine girdiği andan itibaren iktisadi düşünceye alan açılmış olur. Ben iktisadi düşünce tartışmalarını hep cennetten başlatırım. Cennette her şey boldu. Kıt olan sadece bir ağaçtı. O ağaca yaklaştıkları için ana babamız ilahi talimata uymayıp iktisadi paradigma ile yaşamaya hüküm giydiler. Dünyada yaşamak iktisadi bir paradigma içinde yaşamaya mahkum olmak demektir.
Yani bir nevi kıtlık içinde yaşamak
Evet kıtlık içinde yaşamak. Her şey zor, özellikle kadınlar için. Kitab-ı Mukaddes'e göre yasak meyveyi Adem değil Havva tattı, erkek sadece yol arkadaşını yalnız bırakmamak için kadına uydu. Dolayısıyla dünya hayatında, doğum sancısı dahil, kadının hayatı daha zorlu geçecek! Hülasa dünya öyle bir yer ki, sancılı insanın maddi varlığını sürdürmesi için sürekli kıt olan şeyleri bulup getirmesi ve böylelikle ayakta kalması lazım. Kapitalizm, doğal kıtlığa yapay bir boyut ilave etti. Modern dediğimiz, bizim de içinde olduğumuz insanlar katmerli bir kıtlık içinde yaşıyor. Bu üretilmiş, icat edilmiş bir kıtlıktır. Renkli televizyon kıtlığı çekiyordu gençlik yıllarımdaki insanlar, sonra plazma kıtlığı, LCD kıtlığı, şimdi LED kıtlığı çekiyor. Kıtlığı çekilen on şeyden dokuzuna hakikatte "ihtiyacımız yok.
Yemeğe yetişemem diye ortaokula gitmek istemiyordum
Okuma serüveniniz çok erken başlamış...
Taşlıçay'ın bir köyünde doğdum, dört yaşına kadar ilçede yaşadım. Ben daha dört yaşındayken komşumuz Mevlüt öğretmen bana alfabeyi belletmişti. İlkokula giderim, fakat ortaya gitmem diyordum. Sebep? İlkokul evimize çok yakındı, ortaokul ise kasabanın öbür ucunda. "Eve dönünceye kadar bana avsir kalmaz!" diyordum. Avsir, az etli bol patates ve soğanlı yaygın yemeğimizdi. O zamanlar beş kardeştik ve sofraya geç oturan avucunu yalardı! Beş yaşındayken şehir merkezi Karaköse'ye taşındık. Okuma aşkım, babamın akşamları okuduğu Siret adlı kalın kitaptan kaynaklanıyor. Kitap'ta Hz. Peygamber çok dolaylı olarak zikrediliyordu. Asıl kahramanlarımız Hz.Ali ile Battal Gazi idiler. İlkokula 7 yaşında başladım. Talihe bakın, Ağrı İl Halk Kütüphanesi yıkılmış, geçici olarak bizim okulun genişçe bir dersliği kütüphaneye çevrilmiş. Okumayı söker sökmez kütüphaneye dadandım, saatlerce okumaya başladım. Kütüphanede birer nüsha ders kitabı da olurdu ve ben ilkokulda ortaokul kitaplarından, ortada lise kitaplarından ders çalışırdım.
Kütüphanelerde ne de olsa resmi gözetimden geçmiş kitaplar olur. Hep onlarla mı beslendiniz?
Beni "paradigma dışı" kitaplara yönelten, Ahmet abim oldu. Erzurum İmam Hatip'te okuyordu. Gelişlerinde Necip Fazıl'ın, Sezai Karakoç'un, Nuri Pakdil'in, Rasim Özdenören'in, Erdem Beyazıt'ın kitaplarını getirirdi. Benim gözümde Necip Fazıl dünyanın gelmiş, geçmiş, gelecek en büyük yazarıydı. Çoğu kitaplarını ezberlercesine defalarca okurdum. Orta son sınıftan itibaren yavaş yavaş siyasi ortam hareketlenmeye başladı. Kendimi Ülkü Ocakları'nda buldum. Lisede ve akşam sanat okulunda çok yetişkin ülkücü hocalar vardı, sıradan tipler değillerdi. Ama neticede kavmiyetçi bir zihne sahiptiler. Benim aşırı Necip Fazıl, Sezai Karakoç eğilimim onları rahatsız ediyordu. Güzel bir duvar gazetesi çıkarırdık. Necip Fazıl'dan şiirler, İdeolocya Örgüsü'nden pasajlar, Sezai Karakoç'un bazı yazılarını koyardım. Başka yazılar bir hafta asılı kalırken benimkiler hemen sökülürdü. Necip Fazıl yüzünden Lise 2'de Ülkü Ocakları'ndan koptum.
Köken olarak Kürt bir aileden geliyorsunuz. Ülkü Ocakları'nda sorun yaşamadınız mı?
Ağrı'da halk arasında "Kürt sorunu" yoktu. Kürt, Acem, Laz gibi sıfatlar doğaldı, kimse bunları "Türklük" için birer dinamit saymazdı. Babama Kürt Kâmil, ilkokul birinci sınıf öğretmenimize Acem İdris deniyordu. Annem köyde büyüdüğü için Türkçe konuşamaz, annemin halası Cemile Nene ise Kürtçe bilmezdi. Acem İdris beni çok seven bir hocamızdı. Bir gün beni tahtaya kaldırıp "Biz Kürt müyüz Türk müyüz?" diye sordu. Biraz düşündükten sonra, "Evde Kürt'üz okulda Türk'üz" dedim. O beni çok seven hoca çok üzüldü, bozuldu, beni azarladı. "Bu nasıl cevap. Hepimiz Türk'üz" diye. 7 yaşımda çok mantıklı bir cevap verdiğimi düşünüyorum.
Ağrı Lisesi mezunu olarak Boğaziçi Üniversitesi'ni nasıl kazanabildiniz? İktisat bölümünü bilinçli bir tercihle mi seçtiniz?
Neler oluyor hayatta! Üniversiteye Çanakkaleli Matematik hocamız Necati Ünsal sayesinde girebildik. Aslında profesör olabilecek bir adamdı. Gece gündüz çalıştırdı bizi. Ben Boğaziçi mühendisliğe girdim. Aklımda bir şey yoktu, yalnızca tıptan kaçıyordum. "Bir iki sene bakarız olmazsa başka üniversiteye geçerim" diyordum. Bir sene mühendislik okuduktan sonra iyi bir mühendis olamayacağımı anladım ve İktisat/İşletme tarafına geçtim.
İstanbul'a bu vesileyle mi gelmiş oldunuz?
Evet. 1974'de İstanbul'a geldim. Necip Fazıl yüzünden ülkü ocaklarından kopmuştum. İstanbul'a geldikten bir süre sonra Üstadımız ülkücü oldu! Bende de sol düşünceye eğilimler başlamıştı. Dinî inancım hiçbir zaman sarsılmadı ama işin sosyal içeriği bakımından Kemal Tahir'i, Attila İlhan'ı, hatta doğrudan Marks'ın kitaplarını okumaya başlamıştım ve söylediklerinin ciddiye alınması gerektiğini hissediyordum. Derken Cemil Meriç'le karşılaştım. Tüm kitaplarını yutar gibi okudum. Kendisiyle tanışmak da nasip oldu. Bütün bu sağ, sol vb. fikirler zihnimde yerli yerine oturmaya başladı.
Yeni Şafak

30 Ağustos 2011 Salı



Bir ideoloji ve sistem olarak “Kenz!” (1)

Ali BULAÇ/Dünyabülteni

Aktüel durumda "İslami sol" söyleme referans teşkil eden ve kapitalizm üzerinden salt mülkiyet ve servet edinmenin reddine mesnet teşkil eden Kenz terimidir. Geçtiği yerde negatif anlam yüklü olan "kenz" Tevbe suresinde geçmektedir. Önce kenzi yeren iki ayete yakından bakalım:
"Ey imân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. 35 Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, bögürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek)".(9/Tevbe, 34-35).
Surenin genel akışı, yukarıya aldığmız iki ayetin siyak ve sıbakı gözönüne alındığında, sözü edilenlerin Kitap ehlinin din adamları olduğu görülür. "Allah'ın nuru"na mani olmak isteyenlerden gayrı müslim din adamlarının –elbette hepsi değil, çoğu- bu tutuma girmelerinin basit sebebi şahsi çıkar, makam hırsı ve iktidar seçkinleri –Kur'an termonolojisiyle mele' ve mütref- nezdinde kazanmak istedikleri itibardır. Bunlar insanların mallarını haksız yere yerler, emeklerini ve iyi niyetlerini sömürürler. Bunu genellikle
a) Dini ve dini duyguları istismar etmek,
b) Büyük servet ve güç sahiplerinin yapıp ettiklerini, adaletsiz düzenlerini meşrulaştırmak, sömürü ve haksızlıklara, hak ve hukuk ihlallerine ses çıkarmamak,
c) Ya da bizzat kendileri düzenin aktif aktörleri, ortakları, işleticileri olmak suretiyle yaparlar.
Tarihte rüşvet alan, haksız kararlar veren, kitabın bir bölümünü gizleyip bir bölümünü öne çıkaran, olmadık yorumlarla kitabı ve hükümleri çarpıtan ya da kendi düşüncelerini Allah'tan gelen vahymiş gibi takdim eden din adamlarına çokça rastlanmıştır. Din adamlarının bu tutumunun en bariz sonucu, insanları Allah'ın yolundan alıkoymalarıdır. İnsanlar doğruluk ve adaleti din adına konuşanlarda arar, onların her sözlerinde doğruluk, kararlarında adaletin tecelli etmesini isterler. Alimden beklenen ilmiyle amel etmesidir. Din adamları ve alimlerin söz ve davranışlarında sahtecilik, yalan, rüşvet, yolsuzluk, dünyaya hırsla bağlılık ve adaletsizlik gördüklerinde kitleler ümitlerini dinden keser, böylelikle Allah'a yönelmekten kaçınırlar. Hak ve hakikat yolu onlara kapatılmış olur.
34. ayet içinde yer alan "Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar", ilk anda düşük ahlaki profilleri anlatılan gayrı müslim din adamlarının bir tutumu gibi görünse de, -ayetin iniş sebebi onlarla ilgili olmakla beraber- daha geniş çerçevede belli bir kişilik profiline ve belli bir zihni tutuma işaret etmektedir. Bu profilde olanların öne çıkan özellikleri altını ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamamalarıdır.
Örneğin "altın ve gümüş" üzerinden verilmesi, tabii ki bu iki madenin her zaman değerli olmasıyla ilgilidir. Ama her ikisinin kelime kökenlerine bakıldığında, insan-servet ilişkisinin manasızlığına, paradoksal tutumuna bir gönderme olduğu da görülebilir. Altın "zeheb" gitme, gelip geçme kökünden türemiştir, yani aslında oldukça cazip ve değerli olsa da hakikatte gelip geçen, giden şeydir; gümüş de "fıdda" kökünden ayrılıp dağılan, birbirinden ayrılan şey demektir. Gümüş de değerli olmakla beraber hakikati itibariyle dağılıp gider. Hal buyken, altın ve gümüşü, daha geniş manasıyla serveti hırsla biriktirmenin anlamı nadir? Netice itibariyle biriktirilen şeyler gelip geçen, dağılan nesnelerdir, kalıcılık vasıfları bulunmamaktadır.
Biriktirme fiili "kenz" ile ifade edilmiştir ki, kelime son derece önemlidir. Kenz, üstüste yığmak, içiçe sokup biriktirmek demektir. Modern iktisatçıların kapitalizmi "sınırsız sermaye biriktirme" düzeni olarak tarif etmeleri –örneğin Immanuel Wallerstein- kenz fiilinin salt biriktirme olmayıp
a) Bir iktisadi fiil ve hissi bir tutku olarak üstüste servet yığma, sermaye biriktirme,
b) Söz konusu servetin toplumun aleyhine, adaletsizliklere, sınıflar arasında uçurumlara, çatışma ve husumetlere, kitlesel yoksulluklara ve sömürüye dayalı olarak biriktirme,
c) Allah yolunda, yani yoksullara, ihtiyacı olanlara ve cihada harcanmasından kaçınma olduğunu göstermektedir.
**************************************


Bir ideoloji ve sistem olarak “Kenz!” (2)

Ali BULAÇ/Dünyabülteni

Kenz'i salt servet ile bununla ilişkili zekat verme çerçevesinde görmek mümkündür. Bu görüşte olan sahabeler olmuştur, hatta bunlar görüşlerini şu hadise dayandırmışlardır: "Zekatı verilen her mal, saklanabilen dahi olsa kenz değildir. Zekatı verilmeyen her mal saklanamaz dahi olsa kenzdir" (Buhari, Zekat, 4.) Ancak karşı görüşte olanlar kenz fiilini çok daha geniş manada ele almışlardır.
Bu çerçevede modern müfessirlerin kenzi zekatı verilmeyen mal veya servetin ekonomik dolaşımdan çekip salt biriktirme olarak görmeleri kavramın ima ettiği genel iktisadi mekanzima açısından eksik kalır. Modern iktisadi düzende bir yerde tutulup saklanan-piyasa dışında kalıp saklanan servet kalmamıştır, en azından üretim veya yatırımda kullanılmasa da bankalara veya finans kuruluşlarına yatırılın, bu evsaftaki servet de gerçekte ekonomik hayatın içindedir. Unutmamak gerekir ki, bankalar veya finans kuruluşları modern iktisadi faaliyetin ana unsurlarından biridir. Paranın biriktirildiği bankalar adaletsiz düzenin parçasıdır.
Kenz fiiliyle ilgili tanımlar ilk sahabe nesli arasında ciddi ihtilaflara konu olmuştur. Önde gelen sahabilerden Ebu Zer el Gıfari'nin, Şam'da iken bu konuda Muaviye ile giriştiği tartışma meşhurdur. Muaviye'ye göre bu ayet Kitap ehli din adamları hakkında inmiştir; Ebu Zer'e göre ise hem onlar hem bu fiili yapan Müslümanlar hakkında inmiştir. Tartışma büyüyüp de mesele başkente ulaşınca Halife Hz. Osman, Ebu Zer'i Medine'ye çağırır. Medine'ye gittiğinde insanlar sanki daha önce onu hiç görmemişler gibi köşe bucak kaçmaya başlar. Bunun üzerine Hz. Osman, ona kenar-tenha bir yere (Rebeze) çekilmesini ister, o da itiraz etmeden oraya çekilir. (Bkz. Buhari, Zekat, 4, Tefsir, 9.)
Kenz'in zekatı verilmeyen mal olarak tarif edilmesi –dar manada öyle kabul edilse de-, geniş manada modern iktisat ve sermaye ilişkileri açısından yeterli değildir. Tabii ki zekatı dahi geniş manada ele almak gerekir, zira zekat salt belli bir miktarın ihtiyacı olanlara verilmesi işlemi olmakla beraber, asıl yöneldiği hedeflerden biri toplumda gelir bölüşümünde makul denge sağlamak, sınıfların teşekkülüne meydan vermemek için gelir bölüşümünü adil bir biçimde düzenlemektir. Yoksa asgari sınırı 1/40 olarak düşünüldüğünde, kapitalizmin avantajlarını kullanıp kenz peşinde olan sayısız insan, zekatı büyük bir memnuniyetle verir. Kenz, toplumun aleyhinde olmak üzere ve liberal iktisat enstrümanlarının piyasayı özerkleştirmeleri sonucunda belli zümrelerin zenginleşmelerini sağlarken kitleleri yoksullaştırma işlemidir ki, bunun tabii sonucunda "servet belli ellerde toplanır"; güç ve iktidar, yani devlet (duvle) hakim sınıfların tekeline geçer (Bkz.59/Haşr, 7).
İktisadi etkisi ve fonksiyonları dışında kenz'in başka ciddi olumsuz etkileri de vardır. Kenz, sınırsız sermaye biriktirme eylemi ise, bu hayat boyu insanın uğraşısı olur, gece gündüz servet biriktirmeyi, elindeki sermaye ve imkanın akışını, hareketlerini düşünür. Razi'nin yerinde analiziyle servet arttıkça zihni uğraşı ve ona duyulan sevgi artar, derken zihin ve kalp servet biriktirmekten başka herşeye kapalı olur. Bu ise dünyaya ve servete olan hırsı ateşlemekten başka işe yaramaz. İnsan ayrıntılar, çokluk ve daha çok bolluk tutkusu içinde boğulur gider ki, buna Kur'an-ı Kerim "Tekasürün insanı (kalbini ve hayatını derin bir biçimde içine alıp) hayatının sonuna kadar oyalaması" der (Bkz. 102/ Tekasür suresi.)
Serveti toplamak bir dert, onu elde tutmak, yönetmek başka derttir. Kişi hayatı boyunca bunun mücadelesini verir, servet biriktirir ama belki sadece küçücük bölümünü kendine harcayıp bu dünyadan göçer gider, bu kadar uğraşıp didinmesi, onu Allah'ı anmaktan alıkoymuş olur. Servet biriktirme insanı muhteris yaptığı gibi, bencil ve cimri de yapar. Mal ve servet bencillik ve cimrilik olmadan bu kadar arttırılamaz. Bu iki haslet de mü'mine yakışmaz. Servetin çokluğu azgınlığın ana sebeplerinden biridir. Kur'an-ı Kerim, kendini müstağnu gören insanın muhakkak azdığından bahseder (96/Alak, 6-7.)
Allah'ın Rasulü (s.a.), açıkça "Altın ve gümüş kahrolsun" buyurmuştur (Müsned, V, 366.) Ona "Hangi malı edinelim?" diye sorulduğunda şu veciz cevabı vermiştir: "(Allah'ı) Zikreden dil, huşu duyan kalb ve size yardımcı olan saliha bir eş." Erkek veya kadın olsun, hayatın anlam ve amacını bilen bir insan için bu üç şeyden daha büyük bir servet yoktur.
Gaflet içinde olup başkalarının aleyhinde olmak üzere servet biriktirenleri, sömüren ve ezenleri büyük azap bekler; büyük bir hırs ve tutkuyla biriktirdikleri servetle (altın ve gümüşle) alınları, yanları ve sırtları dağlanacak ve onlara "Nefislerinizi, ihtiraslarını tatmin etmek üzere biriktirdiklerinizi tadın" denecek. Böyleleri bu cezayı hakediyorlar, çünkü onlar biriktirip sömürü düzenlerini sürüdürlerken kitleler, yoksullar, açlar, işsizler ve mahrumlar büyük acılar çekiyordu.
NOT: Dünya Bülteni okurlarının Ramazan Bayramını tebrik eder, hayır ve güzelliklere vesile olmasını dilerim.


5 Ağustos 2011 Cuma


Bir İman/İnfak;Nifak/Cimrilik Analizi Sure i Hadid
05/08/2011 - 11:39
Ali Uzun
" İman ile infak arasında organik bir bağ vardır.İman; Allah’a güvenerek,samimi bir teslimiyyetle, O’nun elçilerinin davetine icabet etme iradesidir.Allah’ın onca vaadine rağmen infaktan yüz çevirerek cimri davranmak;güvensizlik,itimatsızlık,tereddüt,bocalama anlamına gelmektedir.Nifakın İnfakla ayni kökten gelmesi bu açıdan anlamlıdır.Dünyanın ve kainatın sahibi Allah’tır.Mülk O’nundur.Mutlak Malik O’dur.İnsana verilen ancak emaneten geçici bir yararlanmadır.Kişinin mal üzerindeki hakkı,asıl Sahib olan Allah’ın çizdiği sınırlarla kısıtlanmıştır:İhtiyaçtan fazlasını elinde tutmayacaksın,israf etmeyeceksin,yoksula,yetime,darda kalana,köleye olmak üzere Allah Yolunda gönül hoşnutluğu içinde en güzel bir şekilde harcayacaksın. "

            Ali UZUN/ KONYA ;4 RAMAZÂN 1432


Bismillahirrahmanirrahıym!



            Medine’de nazil olmuş olan bu Süre ile Allah; Yahudilerin ve Müşriklerin ekonomik ve siyasi kıskacında bunalmış ve sarsılmış olan  Müslümanlara nasıl davranmaları gerektiğini haber vermektedir. Ayetlerde Allah;her şeyi kuşatan ve herşeye kadir olduğunu veciz bir şekilde açıklayarak,uluhiyyet ve ubudiyyeti hakkında malumatı tesfiye ederek tashih etmektedir.Medeni olması ve İman’ın kalplere yerleşmesi için yeterli bir sürenin geçtiği dikkate alındığında;Allah’ın uluhiyyet ve ubudiyyeti önünde boyun eğerek iman etmekle,infak arasındaki birebir olan ilişki bu Süre’de açık ve güçlü bir şekilde vurgulanmaktadır.

1-6        “Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı tesbih ederler. O güçlüdür, Hakîmdir.”
“Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur; diriltir, öldürür. O, her şeye Kâdir’dir.”
“O her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikârdır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her şeyi bilir.”
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O’dur. Nerede olursanız olun. O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”
“Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Bütün işler Allah’a döndürülür.”
“Geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; O kalplerde olanı bilendir.”

 Bu ilk ayetlerle Rabbimiz bunalan Müslümanlara Uluhiyet ve ubudiyetini hatırlatarak onlara;korkmamalarını,güvenmelerini hatırlatmaktadır.Allah yegane büyüktür,büyüklük taslayanlar ise Allahın yarattığı haddi aşan mütecavizlerdir.
7        “Allah’a ve Rasulüne iman edin ve Sizi üzerinde halef kıldığı maldan infak edin.İçinizden iman edip de infak[1] edenler varya;onlar için büyük bir mükafat vardır.”

            İman ile infak arasında organik bir bağ vardır.İman; Allah’a güvenerek,samimi bir teslimiyyetle, O’nun elçilerinin davetine icabet etme iradesidir.Allah’ın onca vaadine rağmen infaktan yüz çevirerek cimri davranmak;güvensizlik,itimatsızlık,tereddüt,bocalama anlamına gelmektedir.Nifakın İnfakla ayni kökten gelmesi bu açıdan anlamlıdır.Dünyanın ve kainatın sahibi Allah’tır.Mülk O’nundur.Mutlak Malik O’dur.İnsana verilen ancak emaneten geçici bir yararlanmadır.Kişinin mal üzerindeki hakkı,asıl Sahib olan Allah’ın çizdiği sınırlarla kısıtlanmıştır:İhtiyaçtan fazlasını elinde tutmayacaksın,israf etmeyeceksin,yoksula,yetime,darda kalana,köleye olmak üzere Allah Yolunda gönül hoşnutluğu içinde en güzel bir şekilde harcayacaksın. Allah;”Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun,bir eylence,bir süs,aranızda karşılıklı bir övünme,aranızda karşılıklı çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir.” Buyurmaktadır.[2] Rasulullah ise; diğer Peygamberler gibi mal ve dünya nimetlerinin kişiyi aldatıcılığından kurtarmanın en güzel örnekliğini sunmuştur. O yalnızca Allaha kulluk eden ve şükredenlerden olmuş örnek bir insandır.[3] O halde Allah’a ve Rasulü’ne “iman” etmenin ve nifaktan kurtulmanın en ciddi yol ve yöntemlerinden biri; halef kılınan mal üzerinde, Rabbin istediği ve ön gördüğü gibi davranışta bulunmayı ahlak edinmektir.Mal konusundaki itaat kişiyi arındıracak,dünya ile bağlarını vasat hale getirecek,insanlarla ilişkileri sevgi, merhamet ve adalet düzleminde cereyan edecektir. Kaldı ki iman etmek “Güven “duymaktır.Siz hiç güvenmediğiniz ve sakınmadığınız birinin öğütlerini yada emirlerini yerine getirirmisiniz? Hayır! İnsan;inandığı,itimat ettiği,saygı duyduğu,güvendiği birinin tavsiyelerine uyar,emirlerini yerine getirir,yolundan gider.Öyleyse Allah ve Rasulü ısrarla “infak etmeye” davet ediyorsa ve büyük bir ecir vaadinde bulunuyorsa gerçekten iman edenler bu çağrıya,Ebu Bekr,Abdurrahman bin Avf, ra gibi cevap verirler.Üzerine halef kılınan malı Allahın hoşnutluğunu gözeterek tasarruf etmek;israf etmeden ihtiyaçların giderilmesi,artakalanın infak edilmesidir.Lüks ve ihtişam,gösteriş Rabbin yasakladığı ahlaki bozulmadır. Müsriflik bir sapmadır ve israf haramdır.Allah’a ve Rasulü’ne iman edenler;infakı ahlak edinmiştirler.  İçlerinde hiçbir hüzün,keder ,pişmanlık ve burkuntu olmadan Allah yolunda sarf ederek infakta bulunurlar.Bu onlara tat ve saadet verir.Vermekten haz duyarlar ve bilirler ki verdikçe,infak ettikçe, Allah hoşnut olacak ve hoşnut edecektir.Buna iman eden infak eder.Bunun içindir ki infak ispattır.Tıpkı Cihad’ta canlarını Allah için vermek gibi.Yoksa gerçek iyilik (Birr)[4]  Allah’a kulluk yapıyormuş gibi davranarak,ibadetleri sadece şekli formatları içinde işlemek değildir.Çok sevilen canı Allah için verebilme fedakarlığı,meyledilen malı Allah için harcayabilme öz verisidir.
8                      “Peygamber,sizi,Rabbinize iman etmeniz için davet edip dururken,size ne oluyor da  Allah’a iman etmiyorsunuz? Halbuki sizden sağlam bir söz de alınmıştı.Eğer inanacak kimseler iseniz.”
            Allah’a “kul” olabilmenin yolu,dünyevi istek ve zevkleri kontrol altına alarak arınmadan geçer.Dünya Metaına meyl, Allah’a kullukta birincil derecede engeldir.Bu Ayet “İman “ iddiasında bulunan Müslümanlara hitap etmektedir.İslama girdikleri halde hala daha dünyevi bağlarından kurtulamayan ve ilk girdikleri imani konumlarını aşamayanlara hitap edilmektedir. Vermekle iman arasındaki ilişkiye dikkat çekilmektedir. Yani bunca davete rağmen ne oluyorda cimrilik yaparak, dünya metaının,Rabbinize itaat etmenize engel olmasına müsaade ediyorsunuz. Mal ve mülk sevgisinin sizi esir almasına teslim oluyorsunuz. İman iddiasındaki sadakatin; infakla,sadaka ile teyid edilmesi istenmektedir.Bunun içinse Rasulün davet ettiği ve bizatihi kendinin en güzel bir şekilde örneklik olarak yaşadığı; dünyaya ve nimetlerine meyl etmeme,biriktirmeyib,sadaka olarak harcama,infak etme davranışını ahlak edinilmesi istenmektedir ki İman iddiasının ciddiyeti böylece ortaya koyulmuş olur.Aksi durum nifaktır.[5] Nifak ehli; ahirete ve elim cezaya ve harkulade  mükafata inanmadığı yada tereddütte,dalalette kaldığı için sevdiği,meylettiği maldan sadaka (İnfak) verme fedakarlığını gösterememektedir.Yada Verirken de az verip çok vermiş gibi davranmakta yada yürek yangınlığı ile vermektedir.Oysa Allah Yolunda infak etmek (Sadaka vermek),Allah Yolunda Hicret etmek yada Cihad etmek gibidir.Her üç Davranış itikadidir ve gerçek ve razı olunmuş bir imanın varlığına dalalet etmektedir.Rabbe kulluk edilemiyorsa,Yurdundan;  neyle karşılaşacağını bilmediğin bir yere Hicret edeceksin! Korumak ve korunmak için canını ortaya koyarak düşmanla savaşacaksın!Allah’ın üzerine halef kıldığı mal ve mülkten ihtiyaç fazlasını infak edeceksin.Üç büyük arınma noktası.Üç büyük fedakarlık ve sadakat eylemi.Aqabe Yokuşu[6] na yönelmenin olmazsa olmazı olan Allah Yolunda Harcama salihatı. Vererek fani olandan arınma, ayak bağlarından kurtulma,Allah’a yönelerek ahiret yurdunun hayrına kavuşmayı umma inancının güclenmesi istenmektedir.

9                      “O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed’e apaçık ayetler indirendir.Şüphesiz Allah,size karşı çok esirgeyici,çok merhametlidir.”
            Allah kullarını karanlıktan aydınlığa çıkarmak ister ki;İnsan, dünya nın aldatıcı metaından yüz çevirip,Allah’ın rızalığını kazanmış olsun.Bunun için Kur’anda sıklıkla sadaka,zekat ve infaktan bahsedilir.Biriktirmek yasaklanır ve elim bir azap nedeni sayılır.[7] Herkes hemfikirdirki;fazla yemek,mal,mülk içinde zevk ve sefa içinde yaşamak;nefsi maleyaniye karşı azdırır,salihata karşı ise tembelleştirir.Allah böylece insanı felaha götüren ve çok önemli mal ile denenmeye dikkat çekerek malın aldatıcı büyüsünden infakla  korunmaya  davet ediyor.

10                  “Size ne oluyor da,Allah Yolunda infak etmiyorsunuz?Halbuki göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.İçinizden,fetihten önce harcayanlar ve savaşanlar  diğerleriyle bir değildir.Onların derecesi,sonradan harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir.Bununla beraber Allah,hapsine de en güzel olanı va’detmiştir.Allah,bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”
            Açıkça görülmektedir ki,Allah hep sadakayı,infakı,vermeyi,harcamayı emirle,tavsiye ile ısrarla Müslümanlardan  istemektedir.Dikkat çekicidir. Burada da alaycı ve aşağılayıcı bir azarla “ne oluyor size?” “neden infak etmiyorsunuz?” Halbuki anlamıyor musunuz, akletmiyor musunuz ki “Mal” Allah’ın Size  mirasıdır.Ve yine Allah’ındır nihayetinde.Kimin olanı kimden kıskanıyorsunuz?O sizi kendine ait olan mal üzerine halef kıldı,ihtiyaçlarınızı karşılayasınız diye.Fazlasını yasakladı:Biriktirme,lüks ve israf etmeyi.Malın mutlak sahibi “fisebilillah harcayın” diyor,oysa insan nefsi “hayır!” diyerek cimrilik ediyor.Bu bir zulüm değilmidir.Hem de Allah’a karşı bir zulüm! İnfak İslam sosyo ekonomik yapısının ayırt edici ve belirleyici bir öğesidir.İnfakı kaldırdığınızda sosyo ekonomik yapı  cahili ekonomik yapıya dönüşür.Böylede olmamışmıdır? İslam Toplumlarının pazarlarına bir bakın Batılı kapitalist toplumların pazarlarından daha aşağı bir ahlaki disiplin içindedir. Kar ve kazanma putu için envai tür yalan,aldatma,hile taktikleri aleni olarak yapılmaktadır.İnfak ahlakı kar ve kazanç büyüsünü bozar,kanaati yerleştirir.Mdem infak edeceğim ne diye yalan ve dolanla çok kar peşine düşeyim anlayışı hakim olur. Mülk ve Servet Allah’ındır.Allah’ın olan Mülk ve Servet İnsanın istifadesine emaneten sunulmuştur.Bu istifade de asıl Sahip sınırlar koymuştur. Buna inanaan bir insan;kar ve kazanç için  haksızlık,adaletsizlik,cimrilik yapmayı aklından geçirirmi? Allah’a İman,O’na güven duymak ve sakınmaktır.İnfak Güven duymanın semeresidir.

11                  “Kim Allah’a güzel bir borç verecek ki,Allah’ta onu kendisine kat kat ödesin.Ona çok değerli bir mükafat versin.”
12                  “Mümin erkekler ve mümin kadınların nurlarının,önlerinde ve sağlarında koştuğunu göreceğin gün kendilerine şöyle denir;’Bu gün size müjdelenen şey içlerinden ırmaklar akan,ebedi olarak kalacağınız cennetlerdir.’ İşte bu büyük başarıdır.”
            İnfakla ilgili üç tavsiye vardır:1-Bollukta ve darlıkta harcamak.[8] 2-Sevilen meyledilenden harcamak.[9] 3-Gizli yada açıktan infak etmek.[10]
            İnfakın adabı ise üçtür:1-Allah için harcadığını çok görmemek.[11] 2-Allah Yolundaki harcamadan pişmanlık duymamak. 3-Allah Yolundaki harcamayı Başa kakmamak.[12]
            İnanıyorsanız  tam bir güven duymalısınız.Güven ise Allah Yolunda infakı gerekli kılar.[13]
            İnfakla Allah’a güzel bir borç verilmiş olunmaktadır.Bunun için,gönül hoşnutluğu içinde vermek,kırmadan,utandırmadan,sıkmadan,Allah’a verdiğini farz ederek,verdiğin kişiden hiçbir beklentiye girmeden vermek gerekmektedir.
            Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar ki onlar, yüzlerindeki nurdan tanınırlar,Allah’tan gereği gibi sakınırlar ve O’nu hoşnutluğunu gözetecek bir yaşam tarzını Vahiyle inşaa ederek cahiliyeden ayrılırlar.İşte Bunlardır başarıyı yakalamış olanlar,büyük mükafatta onlarındır.

            13-       “Münafık erkekler ve münafık kadınların,iman edenlere;’Bize bakın ki                       sizin ışığınızdan bizde aydınlanalım.’ Diyecekleri gün                                                   kendilerine,’Arkanıza dönünde bir ışık arayın’ denilecektir.Derken                             aralarına kapısı olan bir sur çekilir.İç tarafında Rahmet,öteki tarafında                    ise azap vardır.”
            İmanla mü’min olunur.İman Allah’a güven duymaktır.Münafığı mü’minden İnfak ayırır.Çünkü münafık Allah’a güvenmez.O nedenle de İnfak etmez.Ahirete iman edip Allah’a güvenen,O’nun vaadine inanarak O’na güzel bir borç(!) verir. Güvenmediğine borç vereni kimse ne görmüştür ve ne de duymuştur.
14-             “Mü’minlere şöyle seslenirler:’Bizde sizinle beraber değilmiydik?’ derlerki;’Evet,fakat siz kendinizi yaktınız.Başımıza musibetler gelmesini gözetlediniz,şüphe ettiniz.Allah’ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı.O çok aldatıcı Allah hakkında  da sizi aldattı.’
15-             “Bu gün artık ne sizden (Ehli nifak) ne de kafirlerden bir fidye alınır.Barınağınız ateştir.Size yaraşan odur.Orası gidilecek ne kötü yerdir.”

            O nifakta olanlar (Münafıklar) kendilerine yazık etmişlerdir,hala daha dalaletlerinin etkisinde kendi kendilerini aldatmakla meşguller;”Biz sizinle beraber değilmiydik!” diyerek  Dünyada kimin yanında,kimin karşısında,nasıl durduklarını bilmez haldeki dalaletleri,kuruntu ve şüpheleri bu günkü acı sürprizi doğurdu.Hal böyleyken nifak ehlinin başına gelecek korkunç akıbet apaçık olarak Vahiyle açıklanmışken ve üstelik Allah iman edenlere;”…Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedimi?” sormasına rağmen bu dalalet ve gaflet;büyük bir cehaletin ve halifelik makamına yükselecek liyakati gösterememenin sonucudur.Sanki şöyle denilmektedir;”hala ilk iman ettiğiniz yerde duruyorsunuz.Hiçbir gayret ve fedakarlık yok.Tevhidi Dünya görüşü ve İslam Yaşam Tarzını inşaa edebilme basiret ve liyakatini göstermiyorsunuz ve cahili yaşam tarzının hala etkisindesiniz.Hala kıble olarak Batıla dönüyor,gerçek iyilikten (Birr) uzak bir anlayışı İslam  zannediyorsunuz!”
           
16               “İman edenlerin Allah’ı zikretmekten ve inen haktan dolayı kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi?Daha önce kendilerine kitap verilip de,üzerinden uzun zaman geçen ,böylece kalpleri katılaşanlar gibi olmasınlar.Onlardan bir çoğu fasık kimselerdir.”
17                      “Bilin ki Allah,yeryüzünü  ölümünden sonra diriltmektedir.Düşünesiniz diye gerçekten size ayetleri açıkladık.”
18                      “Şüphesizki sadaka[14] veren erkeklerle sadaka veren kadınlar ve Allah’a güzel bir borç verenler varya,onlara kat kat ödenir.Ayrıca onlara çok değerli bir mükafat da vardır.”[15]
19               “Allah’a ve peygamberlerine iman edenler varya,işte onlar sıddıklar[16] ve Allah katında şahitlerdir.[17] Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkar edip ayetlerimizi yalanlayanlara gelince;işte onlar cehennemliklerdir.”
                        Kim Allah Yolunda İnfak eder ve sorumlu davranır ve en güzeli tasdik eder,ona Cenneti kolaylaştırılır.[18]
                        İnsanlar “evet iman ettik!” deyince her işin tamam olduğu kuruntusu ve zannındalar.Birde bazı ibadetleri  yasak savma şeklinde işliyorlarsa iş tamamdır.Halbuki Allah;İmanın dünya görüşüne ve yaşam tarzına dönüşmesini,bilinci,şuurlu bir şekilde İslam’ın yaşanmasını,şeksiz ve şüphesiz kesin bir imana ulaşmayı ve halife[19] olarak  yaratılış maksadına erişmeyi dilemektedir.Allah,İnsanlar için; Kelime i Şahadetten sonra hala daha ahidleri yerine getirmeme,yüz çevirme,sırtını dönme gibi fiillerle nitelenebilecek,Allah’a kulluk etme sorumluluğundan, gafil olma basitliğine düşmemeyi, sorumluluklarını yüklenerek Halifelik makamına (İnsan ı Kamil) yükselmeyi başarabilmeyi dilemektedir.Eğer bu “çaba” olmazsa,kişi mevcut ikircikli,nifak durumuna alışacak ve kalpler katılaşarak fısk hali kendileri için bir din  olacaktır.Kişinin bu halde çakılı kalmasında yani “…kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedimi?..” sualine neden olan en önemli etken,dünya hayatının ve nimetlerinin aldatıcı ve saptırıcı büyüsünün etkisidir.Bu büyüden de ancak, dünya metaını infak ederek kurtulmak mümkündür. İnfak hem bir görevdir,hemde arındıran ve  Allah’a yönlendiren çok önemli psikolojik etkendir.İnfakla nifaktan kurtularak sıddık olduklarını gösteren müminler şahitlik makamına ulaşmışlardır ve onlara büyük mükafat vardır ve ayrıca onların ayırt edici nurları vardır.(Bkz.12. Ayet)

20               “Bilin ki,dünya hayatı ancak bir oyun,bir eğlence,bir süs,aranızda karşılıklı bir övünme,çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. Misali;bir yağmur ki,bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider.Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün.Sonra da çer çöp olur.Ahirette ise çetin bir azap ve yada Allah’ın mağfiret ve rızası vardır.Dünya hayatı aldanış metaından başka bir şey değildir.
21                “Rabbinizden bir bağışlanmaya ve eni,gökle yerin genişliği kadar olan,Allah’a ve Rasulüne inanlar için hazırlanan Cennete yarışırcasına koşun.İşte bu;Allah’ın lutfudur.Onu dilediğine verir.Allah,büyük lutuf sahibidir.

            İnsan çocukluk yaparak dünya hayatının süsüne aldanarak hep böyle kalacağını zanneder.Oysa dünya hayatının, her oyun gibi,eğlence ve süs gibi cazibesi zail olup gidicidir.            Yaşlılık gelip çattığında ağızda ne tat kalır ne lezzet.Önündeki yemeği bile ağız tadıyla yiyemez hale gelir insan.Hele bir hastalıkta musallat olduğunda artık hayat bir çile ve işkenceye dönüşür.İstediği kadar malla,mülkle      övüne dursun insan.Sonu dünya hayatındayken bile hüsrandır.Ya Ahiret Yurdundaki yürek yangınlığı?Bunu akledebilenler hayatlarına bir çeki düzen verme basiretini gösterebilirler. Ancak bunlar ne kadar da azdır.Ama insanların çoğu Dünya hayatının metaına aldanarak kendilerine yazık etmektedirler.Allah insanlardan bağışlanmaya ve müminler için hazırlanmış Cennet’e, yarışırcasına koşulmasını istemektedir.İşte bu Allah’ın lütufuna  yarışarak koşuşanlar,hidayetle lütufta bulunulanlardır.Onlar Rablerine karşı sorumlulukların bilincinde olarak; en doğruyu,en güzeli ve yegane  gerçeği ve hakikati  arama titizliliğini gösterenlerdir.

22               “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki,biz onu yaratmadan önce,bir kitapta yazılmış olmasın.Şüphesiz bu,Allah’a göre kolaydır.”
23                “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye.Çünkü Allah,kendini beğenib övünen hiçbir kimseyi sevmez.”
24                “Onlar cimrilik edip insanlara da cimriliği emreden kimselerdir.Kim yüz çevirirse bilsin ki şüphesiz Allah ganidir,zengindir,övülmeye layıktır.”

            İnsanoğlunun Dünyada uğradığı tüm musibetler Levh i Mahfuz’da önceden yazılıdır.Allah’a hiçbir şey, olan ve olacak olan gizli değildir ve zaten bizatihi Allah’ın dilemesi,izni ve onayı ile vuku bulmaktadır.İnsanda,onun halef kılındığı dünya metaı da Allah’ın mutlak mülküdür.Bütün işler,insan iradesiyle yapılanlar da dahil nihayetinde Allah’ın izni ile vuku bulur.İnsan kendi başına bağımsız bir aktör değil,İnsanların Rabbi,Meliki,İlahı olan Allah’ın ilahi programında ne yapacağı zaten bilinen kısıtlı bir hareket alanı ve özerkliği (Cüzi İrade serbestiyeti.) olan bir varlıktır.Halifeliği de burdan gelmektedir.Hal böyleyken insanın böbürlenmesi,Melikinden yüz çevirmesi,kendini müstağni görmesi ne büyük bir ayıp,ne büyük bir  haddini bilmezliktir.Bu,ancak cehalet ve nakörlükle  olabilecek bir iştir.Kendini bilen insan;Rabbine karşı  sorumluluklarının   bilincinde olarak O’nun rızasına uygun Tevhidi bir dünya görüşünü[20] ve yaşam tarzını[21] ortaya koyarak teslimiyetini deklare eder.

25                     “Andolsun Biz,elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik ki,insanlar adaleti yerine getirsinler.Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için bir çok faydalar bulunan demiri yarattık.Allah ta kendisine Rasullerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin.Şüphesiz Allah kuvvetlidir,mutlak güç sahibidir.”
26                      “Andolsun Biz Nuh’u ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdik.Peygamberliği ve Kitabı onların soylarına da verdik.Onlardan kimi doğru yola ermiştir,ama içlerinden bir çoğu fasık kimselerdir.”
27                      “Sonra bunların peşinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik.Onların arkasından  da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik,ona İncili verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk.İcat ettikleri ruhbanlığa gelince,biz onu onlara farz kılmamıştık.Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi.Fakat ona da gereği gibi uymadılar.Bizde içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik.Fakat onlardan birçoğu  da fasık kimselerdir.”
28                     “Ey iman edenler!Allah’a karşı gelmekten sakının ve Peygamberine iman edin ki,size rahmetinden iki kat pay versin,size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın.Allah çok bağışlayıcıdır,çok merhamet edicidir.”
29                      “Bunları açıkladık ki,kitap ehli,Allah’ın lutfundan hiçbir şeyi kendilerine has kılmaya güçlerinin yetmeyeceğini ve lutfun,Allah’ın elinde olduğunu,onu dilediği kimseye vereceğini bilsinler.Allah büyük lutuf sahibidir.”
            Kitap,Mizan ve Demir; İslam’ın özgün sosyo ekonomik yapısının temel saç ayağını oluşturmaktadır.Kitap doğru inanma ve doğru davranışı gösteren hidayet kaynağıdır.İslam İnsanının  şahsiyetini inşaa eder. Mizan Adalet ve Kıst’dır.Demir siyasi gücü temsil eder.Bu üçü sosyo ekonomik siyasal sistemi oluşturmaktadır.Konuyla ilgili olmakla birlikte ayrı bir çalışmanın konusu olan  sorun;Cahili Kapitalist bir sistem içinde yaşayan Müslümanlar için budur.Böyle bir  sistemde yaşayan Müslümanların üretim,tüketim (İhtiyaçların karşılanması),kazanç,infak,israf  gibi ekonomik eylemleri,asli hüviyetinden koparak egemen değer yargılarına göre şekillenmektedir.İlim erbabı,sosyal bilimciler ve Müslüman siyasetçiler,Cahili sosyo ekonomik yapı içinde yaşayan Müslümanların ekonomik faaliyetlerinin Kitap ve Mizan dahilinde cereyan etmesi için lazım gelen sosyal,ekonomik ve siyasi vasatın en azından asgari şartlarını hazırlamaları gerekmektedir.
            Allah Elçilerini açık mucizelerle gönderdi,Onlara Kitabı ve Mizanı da verdi ki,bununla muradı adaleti gözetip Kıstı[22] ayakta tutsunlar.Allah’ın tüm insanlar için yarattığı nimeti doyumsuz ve açgözlülük içgüdüleri ile ele geçirip kenz (Biriktirmek) etmek,Allah’a ve Resulü’ne en azından gerektiği gibi iman etmemek anlamına gelmektedir. Allah infakla,sadaka ve zekatla  nimetlerin, İnsanların eliyle insanlar arasında adil dağılımını istemektedir. Kitap ve Mizan bunun içindir. İki kardeşten birinin 99 koyunu olsun da daha hala gözü diğer kardeişin sahip olduğu bir koyuna göz diksin! Böylesi bir sosyo ekonomik yapı;biriktirme,bölüşmeme harisliğinden kaynaklanan ve kıst ile de bağdaşmayan bir yapıdır.Davud’un as Rabbinden mağfiret dilediği durum,görevleri arasında olan kıstın ayakta tutulmasındaki bu zaafiyettir.  Cahili Adaletsizlik tüm sapmaların,tuğyanın,azgınlığın temelidir.Allah’ın muradı barış ve esenliktir.Dünya barışını ve esenliğini ortadan kaldıran insanın bu dünyaya olan meyli,sömürü,büyüme,zenginleşme,övünme,kazanma dürtülerini kontrol edemez hale gelerek müstağnileşmesidir.Oysa gani olan ancak Allah’tır. Böylece insan Tuğyana düşerek Meliklik iddiasına kadar işi götürmektedir.





[1] İnfak için bakınız 2/219-3/92
[2] 57/20
[3] 39 Zümer 66- Hayır, onun için yalnız Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol.

[4] Birr ; 2/177: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir. “
[5] Nifak;İmanla inkar arasındaki tereddüt hali.Kişinin üzerinde kah iman alametleri görülür kah küfür.Teslim olmakla birlikte İmanın kalbe egemen olamaması.Kişi bu halini görmeyebilirde.
[6] 90/10-11-12-13
[7] 9/34-35
[8] 3/134
[9] 2/177
[10] 13/22
[11] 74/6
[12] 2/262-264
[13] Bkz.M.İslamoğlu Açıklamalı Kur’an Meali Hadid Süresi.
[14] Sadaka  sa-de-ka kökünden gelir kabul eden,doğrulayan,sadakat gösteren anlamlarına gelir.Zekat’ta bu köktendir.Sadaka vermek,Sadakatin nişanıdır,tasdik iddiasının ciddiyetini gösterir.
[15] Bkz. 11.Ayet
[16] Sadaka ile sadakati,bağlılığı,sevgiyi ıspatlayanlar.Çok sadaka; sadakatin,sevginin ve bağlılığın ne derece büyük olduğunu gösterir.
[17] Şahit ş-h-d kökünden gelir ve bir şeyi gören,bir olaya vakıf olan anlamındadır.Şehid hakka şahit olandır.O’na o kadar muttalidir ki O’nun için canını vererek şahitliğinin sadakatini canıyla ıspatlamıştır.
[18] 2/261-274
     54/17
     92/5-7
[19] 2/30 “Hani Rabbin meleklere,’Ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım’ demişti….”

[20] Tevhidi Dünya Görüşü; kişinin varlığı,dünyayı,hayatı,ölümü ve ölüm ötesini; kabul ettiği referanslarla algılaması,değerlendirmesi ve buna göre girdiği yönü ve duruşu,hedef ve amaclarıyla oluşturduğu Misyonu ifade eder.Mü’min,Tevhidi bir dünya görüşüne sahiptir ve yaşam tarzıda Tevhidi dünya görüşüne göre oluşur.Aksi durumda ve tersinden okuyacak olursak,cahili bir yaşam tarzı Şirk Dünya Görüşünün eseridir.İman  öyle bir ınqılaba neden olurki,kişi Vahiyle ve Nebevi Sünnetle Tevhidi Dünya Görüşünü edinir ve Hayat Tarzı ;giyimden,yemesine,içmesine,insanlarla ilişkilerinden,mal ve eşyayla münasebetlerine İslamın boyası ve kokusu hakim olur.Böylece Şahidlerden olarak İslam Cem’aati’nin şerefli bir üyesi olur ve Vahdete iltihak etmiş olur.

[21] Yaşam Tarzı;Tevhidi dünya görüşüne göre kendiliğinden oluşan,insanlar arasındaki ilişki,eşyayla olan ilişki,tabiatla olan işkiler ağı.
[22] Kıst; : Sosyo ekonomik yapının,İnsaf,merhamet ve adalet temelinde inşaa edilerek nimetlerin bu temelde toplanması ve dağıtılması ve bölüştürülmesi ile oluşan,nizamlaşmış/ kurumsallaşmış adil sistem.

15 Mayıs 2011 Pazar



“BİR TUR-İ SİNA MÜŞAHEDESİ”

PEYGAMBERLERİN AYDINLIK MESAJI KARŞISINDA KARANLIKLAR DÜZENİ
“BİR TUR-İ SİNA MÜŞAHEDESİ”
Mustafa ÖZKAYA/

08 Ocak 2011 Cumartesi


AYDINLIK NÜBÜVVET KIVILCIMINDAN DOĞAR
“Andolsun Musa'yı 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat' diye ayetlerimizle göndermiştik...” (İbrahim/ 5)
İnsanlığın tutunabileceği yegane muhkem tutamak ve kutlu mesajlarının takipçisi olduğunda onu düzlüğe çıkarabilecek biricik öncüler peygamberlerdir. Yukarıdaki ayette Yüce Allah, Hz. Musa örneğiyle bu mesajı evrensel bir muştu olarak bizlere adeta hediye ediyor. Diğer bir ayette de “aydınlık ve karanlık” ikilemini “küfür ve iman” denkleminde örgülüyerek bize iletiyor ve inananları karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını müjdeliyor:
“Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin ise dostları tağuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temelli kalacaklardır.” (Bakara 257)
‘Karanlık’ kavramının çoğul, ‘aydınlık’ kavramının ise tekil olarak kullanılmasına ayrıca dikkat çekmekte yarar var.
SİNA YARIMADASINDA BİR PEYGAMBERİN AYAK İZLERİ
Bu ayetlerin derinliklerine bir nebze olsun nüfuz etme çabası gösterdiğim şu anda zihnime üşüşen onlarca soru eşliğinde Mısır’ın Sina yarımadasında ve soğuk bir Şubat ayında Tur-i Sina dağına çıkışımız neredeyse başlamak üzere. Bu esnada, insanın bilgisinin artması ile bilmediklerinin de artması arasındaki paradoksal ilişki de bir yandan zihnimi kurcalamıyor değil doğrusu. Belki, bilgide ilerlemek alçakgönüllülüğü de beraberinde getirmiyorsa, o bilginin insana gerçekte hiçbir faydası olmaz denmesi bundan olsa gerek.
Mısır’ın Güney Doğusunda yer alan Sina Yarımadasının tam orta yerinde Yüce Allah’ın nurunun tecelli ettiği ve paramparça olan Tur Dağına tırmanışımız başlıyor. Allah’ın, Kuran’da peygamberler arasında en çok Hz. Musa’yı örneklemede bulunması her zaman bende bu muştu elçisine karşı büyük bir ilgi oluşturmuştur. Mısır’daki ayrımcı ve azgın Firavun yönetimine karşı çıkarak başladığı o çileli yolculuğu ve sonrasında Nil nehrinin yarılıp da Firavun ve ordusunun o azgın ve taşkın sulara karışması hikayesi elbette çarpıcı bir dönüm noktasıdır dünya tarihinde.
Bugün Irak’ta yaşanan işgal ve küresel terörden tutun da, Filistin’de Mescidi Aksa’nın yıkılması planlarına kadar, Amerika’daki seçimlerde kazanacak partinin hangisi olduğundan Osmanlı’nın yıkılışında çevrilen dolaplara kadar binlerce konuyu bu tarihsel dönemeçle bağlantılandırmak çok zorlama bir çaba olmaz sanırım.
Allah’ın yardımını bizzat gözleriyle gördükleri halde Hz. Musa’ya bu yolculukta etmediğini bırakmayan İsariloğulları’nın, Hz. Musa dağın tepesindeyken ve başlarında sadece Hz. Harun varken altından buzağıya tapmaya başladıkları noktaya 10 dakika içerisinde varmış olduk. Dağın artık engebeli yokuşları bu noktadan itibaren başlamakta ve zirveye kadar 3-4 saatlik bir yürüme yolu önümüzde durmakta. Belki de Hz. Musa’nın nübüvvetinde en kilit hadiselerden birisi de bu olay olsa gerek. Kendisi, iman esaslarının yerleştiğini düşündüğü ve artık elinde ibadet ve sosyal yaşama dair ilkeler içeren vahiy tabletleriyle döndüğü bir sırada kavmini bir puta tapar buluyor. Sonrasında ise bir hayal kırıklığıyla elindeki tabletleri bir kenara atarak kavmiyle yeniden bir iman mücadelesine girişiyor. Şimdi tam bu noktada çok büyük bir manastır yapılmış ve dünyanın dört bir yanından Hıristiyanlar hacı olma ile dağcılık yapma arası bir maksatla buraları ziyaret ediyor.
ŞEYTANIN KARANLIK ELÇİLERİ
Yukarıya doğru çıktıkça çağımızda peygamberlerin o aydınlık mesajına başkaldırmış olan karanlığın temsilcilerini ister istemez düşünüyorum. Özellikle İnsanlığın Tanrı ile bağımlılık ilişkisinin koparılması ve inanç zincirlerinden kurtarılması olarak takdim edilen “Aydınlanma Dönemi” bu çerçevede çok önemli bir dönemeç olarak duruyor.
Bakınız Türkiye’deki çok önemli bir Freud takipçisi psikanalist, ‘Aydınlanmacı hareket’ ekseninde neler söylüyor:
“Freud’un da dahil olduğu üç büyük aydınlanmacı, üç büyük düşünür, dünyada üç büyük devrim gerçekleştirmiştir denir. Bunlardan birincisi Kopernikus’tur. Kopernikus 1541’de yaptığı, bir devrimle o zamana kadar inanılan, dünyanın kâinatın merkezi olduğu görüşünü tümüyle değiştirmiş ve yerkürenin dünyadaki uzaydaki sayısız yıldızdan bir tanesi olduğunu, hem de en küçümenlerinden bir tanesi olduğunu kanıtlamıştır. Ve bu tabii ki teolojiye, din bilimlerine büyük bir darbe olmuştur. İnsanın ve dünyanın kutsal kutsallığını yıkan bir darbe. Bu darbenin altından kalkmaya çalışılırken, bu kez Darwin, insanın, Tanrı’nın kutsal yaratığı değil, insanımsı maymundan bir devamı, şempanzelerle insanın ortak bir atadan evrimleştiklerini öngören teorisini ve kitabını, Türlerin Gelişimi kitabını yayımlamıştır. Yeni bir sarsıntı geçirmiştir narsist insan, kendini beğenmiş insan. Ardından da bu kez 1900 yılında Freud, düşlerin kitabını Düş Yorumu’nu yazarak, Bilinç Dışı adını verdiği bir bölümde, bu kez insanın bilinçli dünyasının da gerçekte tamamen kültürel baskı altında, aslında bastırılmış duygularının, içgüdülerinin etkisiyle hareket ettiğini ve bunlara uygun olarak, bilinçli dünyasını hiç de bilinçli olmayan bir kaynaktan ortaya çıkan gerilimlerle motive ettiğini, buluştuğunu belirlemiştir.”
Yani özetlemek gerekirse “Aydınlanma Hareketi” Tanrısal inançla mücadeleye girmiş ve Tanrı inancını mağlup etmiştir” diyor. Dikkat edilirse bu söylemin, çok önceden İsrailoğullarının atasının Tanrı ile güreş yaptığı ve onu mağlup ettiği safsatasını dile getiren söylemden hiç farkı yok, bilakis onun tıpatıp aynısı.
Kopernik’in söylediklerinin Kuran’la hiçbir çelişen tarafı olmadığı gibi bilakis Ortaçağ Avrupa’sında bu tür düşüncelerin çoğunun Endülüs’teki ilim merkezlerinden Avrupa’ya yayıldığı artık herkesçe itiraf ediliyor. Ancak burada Freud ve Darwin’in iddiaları bambaşka şeyler  ve bu kişiler farklı şeyler söylüyor. Günümüz modern ve seküler aklın oluşmasındaki bu iki mimar gerçekten büyük bir cesaret örneği ortaya koyarak Allah’a karşı bir başkaldırı hareketi başlattılar. Her ikisinin de, Hz. Musa ile yolculuğa çıkan kavimle akrabalık bağları olduğunu zikretmeye belki de hiç gerek yok. Darwin’in sahtekarlıklarını ve çürük tezler üzerine nasıl da büyük teoriler inşa ettiğini bilmeyen kalmadı zaten. Ancak Freud’un fikir babalığını yaptığı ve artık neredeyse farklı revizyonlarla Psikoloji biliminin ana gövdesi haline getirilen Psikanaliz’i konusundaki kafa karışıklığı seküler yaşam tarzına güç pompalamaya hala devam ediyor.
BİR MİSYON ŞEFİ: FREUD
Pekiyi Freud neyi hedefledi ve tam olarak neyi gerçekleştirdi? Freud, Tanrı’nın, dolayısıyla dinin bir yanılsama ve insan düşüncesinin bir vehmi olduğunu, bir gerçeklik olmadığını ileri sürerek “Libido” “İd-Ego” ve “Oedipus Kompleksi” gibi sanal ve mitolojik kavramlarla insanı ve yaşamın amacını dinin elinden alarak ‘bilim’e devretti.
Ona göre bilimin güçsüz olduğu dönemlerde din, insanın bu alanlarda “anlama, mutluluk arama ve yönlendirme” arzularını tatmin etmişti. Ancak Freud’e göre insan aklı artık aydınlanmış ve bu alanlar dinin tekelinden çıkarılarak, bilime devredilmiştir.
Şimdi şu soruyu soralım: “Freud ve Darwin gibi Dini ve Allah inancını tahrip etme misyonuyla eline balta almış olan bu Aydınlanmacı hareketin, yanlarından Hz. Musa’nın bir müddet ayrılmasını fırsat bilen ve tevhit dinini terk ederek ‘altın’dan buzağı yapıp onu İsrailoğullarına tanrı diye sunan Samiri’den ne farkları var? İnsanı yüce inançlardan ve mahlukatın en şerefli olma özelliğinden koparıp aşağılık bir varlık düzeyine düşürme işini o zaman Samiri gerçekleştirmişti; şimdiyse Freud bunu gerçekleştirdi.
“Psikanaliz’in hiç mi doğru yönleri yok?” denecek olursa; cevap “Elbette ki, var” şeklinde olmalıdır. Hatta bir adım daha öteye giderek Freud “Nefsi Emmare”nin kodlarına keşfetme konusunda çok ciddi mesafe almıştır demenin bile abartılı olacağını zannetmem. Ancak, Samiri’nin yapmış olduğu altından buzağı da zaten ilginç bir şekilde ses çıkarma özelliğine sahipti ve böğürüyordu. İsrailoğullarını puta tapmaya ikna etme kabiliyeti hiç de azımsanmayacak ölçüde yüksekti aslında.
Putperest ve pagan kültür temsilcilerinin her dönemdeki en önemli silahlarının ‘yalan’ ve ‘yanılsama’ üzerine kurulu olduğunu yinelemek şart. Aynen Firavun yandaşı sihirbazların değneklerini yılana çevirmesi gibi Samiri de altınları ateşte eriterek buzağıya dönüştürmüş ve sonrasında nasıl yapmışsa yapmış ve ondan bir buzağının böğürme sesini çıkartmayı da başarmıştır. Kabul etmek lazım, bu bir başarıdır. Ama aldatma ve göz boyama üzerine kurulmuş bir başarı.
‘MUSA’, ‘ASA’ ve ‘YEDİ BEYZA’
Bu durumda Hz. Musa’nın elindeki Asa’nın da ne kadar hayati bir önemi haiz olduğunu da asla gözden ırak tutmamak lazım. Yaşadığımız bu modern çağda, puta tapıcılığı, yalanları ve içi boş faydasız iddiaları boşa çıkaracak bir Musa cesareti ve günümüz sihirbazlarının değneklerini yutabilecek bir “asa” gerekiyor. Şair ne güzel diyor;
Bir yiğit ‘Musa’ ve bir ‘Asa’
Bir ‘Yed-i Beyza’ bekleriz
Biz günde bin kere Tih çölündeyiz
Hukukçular Derneğinden avukatlarla birlikte ailecek dağ yolunu yarıladığımızda soğuğa veya dağın yokuşlarına dayanamayarak geri dönenler oluyor aramızdan. Ama biz kararlıyız ve amacımız insanlığın yüz akı bir Allah elçisinin yürüdüğü yollardan yürüyerek zirveye ulaşmak ve onun misyonunu, çabasını ve idealizmini bir nebze de olsa yakından hissedebilmek. Yokuş yukarı çıktıkça üzerinizdeki kalın kıyafetlerin ne kadar yanlış tercih olduğunu anlıyorsunuz ve Batılı ülkelerden gelmiş olan Hristiyanların neden o soğuk havada bir tişörtle dağa çıktıklarını daha iyi anlıyorsunuz. Çünkü siz yukarı çıktıkça vücudunuz ısınıyor ve havanın soğukluğu ile vücudunuzun sıcaklığı arasındaki dengeyi maalesef terden ıslanmış kıyafetleriniz sağlamadığı gibi hem tir tir titremenize hem de iyice üşütmenize neden olabiliyor.
ZİRVEYE AZ KALDI
Toplam 4 saat sürecek olan dağa çıkışın ilk yarısı geniş bir dağ yolundan gerçekleşirken yolda bazı kişilerin develerle çıktıklarını görüyoruz. Ancak yolun dörtte üçü bittiğinde artık sadece bir insanın yürüyebileceği ve üzerleri buzlanmış taşlı dar keçi yolları üzerinden devam edilecek kısmında deve ile çıkmak artık mümkün olamıyor. Buraya kadar dayanabilmiş olanların bir çoğu bu tehlikeli buzlu yola çıkmak istemiyor ve burada da geri dönmeler yaşanıyor. Zaten güneş batmak üzere ve biz buraya kadar gelmişken geri dönüşü aklımıza getirmek istemiyoruz. Gerçekten akşam karanlığında oldukça tehlikeli kabul edilecek noktalardan ve buzlu yerlerden büyük bir tedirginlikle de olsa geçerek en tepeye nihayet ulaşıyoruz. Yolda zaten böylesine paramparça bir fotoğraf sunan bir dağ ömrümüzde görmemiş olmamızın şaşkınlığı ve heyecanı bizi etkisi altına almaktaydı. Allah’ın nurundan bir parçanın tecelli ettiği bu dağ sanki bir tarih kitabı gibi veya o yükün ağırlığını kaldıramamışlığın altında ezilmiş bir canlı varlık gibi insanda etki uyandırıyor.
ZİRVE BURAM BURAM ‘PEYGAMBER’ KOKUYOR
Ancak o zirveye vardığımızda bir başından öbür başına yirmi adımlık mesafesi olan bu küçücük tepede insanlığın bir diriliş hareketinin startının verildiğini hissettiğinizde müthiş bir duygu seline kapılıyorsunuz. Artık aklınıza takılan sorular değil, dopdolu duygular varlığınızın en derinliklerinde hissettiğiniz ve tüm bedeninizi çepeçevre saran bir elektrik gibi sizi başka dünyalara alıp götürüyor sanki. Oturup ağlamak mı istiyorsunuz yoksa müthiş bir sevinç ve huzur anının tadına mı varmak istiyorsunuz gerçekten o an karar vermek mümkün değil. Keşke orada öylesine oturup saatlerce düşüncenin akıntısına kendinizi bırakabilseniz diye geçiriyorsunuz içinizden. Ama maalesef batan güneşin ve o küçücük alanın birkaç kare fotoğrafını çekerek inmek zorunda kalıyoruz.
Biz tam tepeye vardığımızda Hz. Musa’nın üzerine orada kırk defa doğmuş ve batmış olan Güneş bizim üzerimize bir kerelik de olsa batmaktaydı. Aslında oraya ulaştığımızda Güneşin yarısı batmıştı zaten. Güneş dile gelse kimbilir orada olan bitenle ilgili bize ne sırlar anlatırdı. Ama bizim insan aklımızın bu sıkleti kaldırması mümkün olmazdı herhalde. Zaten Hz. Musa’nın “Kalbim tatmin olsun diye” şeklindeki sözleriyle Yüce Allah’ı görmek istemesi ve sadece Allah’ın nurundan bir parçanın tecelli etmesiyle bayılıp kalması bir peygamberin bile dünya şartlarında kaldırabileceği yükün oldukça sınırlı olduğunu göstermesi açısından anlamlı değil mi?
Burada, Tur dağının zirvesinde, çok eskiden Hıristiyanlar ufak bir kilise (veya şapel mi demek gerekir) inşa etmişler. Ayrıca Müslümanlar da sadece namaz kılınabilmesi için Kilisenin yarısından da küçük minicik bir mescit yapmışlar oracığa. Bunları müşahede ederek aşağıda bizi bekleyen tehlikeli buzlu yollardan hemen inmemiz gerektiği uyarısı üzerine beş dakika içerisinde aşağıya doğru zorlu inişimize başlıyoruz. Allah’ın yardımıyla kalabalık ekibimiz içinde ciddi bir zarar görmeden sağ salim başladığımız noktaya zifiri karanlıkta 3 saat sonra varıyoruz. Tabii yanlışlıkla başka yöne giderek kaybolan ve tam iki saat sonra ortaya çıkan yol arkadaşımızı saymazsak.
BİTİRİRKEN…
Mısır’da ne piramitleri görmek ne de Şerm el-Şeyh’te mercan kayalıklarına tanık olmak Hz. Musa’nın aydınlanma ve medeniyet çağının startını verdiği o yolculuğunu bizzat hissedebilmiş olmaktan daha değerli görünmüyor bize. Türkiye’ye döndüğümde yıllar önce okuduğum Üstad Sezai Karakoç’un Makamda kitabındaki “Yollar” adlı şiirini içim titreyerek yeniden okuyorum. Ama bu defa üşümekten dolayı değil; tarifi imkansız başka duygulardan dolayı…

Yollar,
Ah bu yollar

Bu yollar ki, gidip gidip Ana Yol’la birleşirler. Ana Yol’da toplaşırlar ve Tek Yol olurlar. O yol ki, imamların, sahabelerin, peygamberlerin ve Büyük Peygamber’in yoludur. O yol ki Kur’an Yoludur, Hakikat Yolu’dur. Hakikat uygarlığı olan İslam’ın yoludur. O yol ki, Allah Yoludur.
Her insanın mizaç damarından geçen bu yollar! Kanı süte çeviren, sütü bala döndüren, balı kevsere dönüştüren bu yollar.

Ah, yollar, bu yollar!
Ruhun arınma yolları. Uyarış ve uyarılış, muştulanma ve muştulama yolları.
Tanık olunma ve tanık olma yolları.
Cihadın bin bir türlüsünün yolları.
Şeytana matem, nefse imtihan, gönle bayram olan bu yollar.
Gerçek kişiliğe ermek için benlik pürüzlerinin ortadan kaldırıldığı bu yollar.
İnsan için cehennemi şerha şerha yarıp cennete yol açan bu yollar.
İnkar Kızıldenizini ikiye bölüp inanç Tur-ı Sina’sına erdirecek Musa’nın Asası yollar.
Ölüyü dirilten İsa nefesi yolları.
Ne kadar taşlık ve sert görünürler, ama ne kadar yumuşaktırlar.
Ab-ı Hayat, Tuba ve Hızır yolları.
Her umut kesilen yerde kaybolmuşken yeniden beliren yollar.
Ayağa kalkış yolları, diriliş yolları, bu yollar.
Ah, yollar, bu yollar! (Sezai KARAKOÇ /MAKAMDA)