Kutsal şehir Kudüs!
Tarihin en eski şehirlerinden birisi… Binlerce yıllık bir geçmişe sahip…
Kudüs birçok medeniyet, din ve krallığa merkezlik yapmış; tarihteki önemi asla
azalmamış ve değerini günümüze kadar taşımayı başarmış ender bölgelerden
birisidir.
Bu şehrin asıl değeri siyasi ve stratejik bir bölge olmasının ötesinde,
dinsel ve manevi anlamda taşıdığı özelliklerde ortaya çıkmaktadır. Siyasi,
stratejik ve jeopolitik konumunun önemi tartışılamaz. Ama tarih boyunca burası
konumundan çok dini ve manevi değeri ile ön planda oldu. Siyaseten buraya
ihtiyaç duyanlar da dini sembolleri kullanarak bu şehri kontrolleri altında
tutmaya çalıştılar.
Bronz çağının başlangıcında (yaklaşık MÖ 3000) Kenaniler bu şehri inşa
ettiklerinde çok büyük bir tapınak yaptılar. İbrahimi gelenekten gelen
peygamberlerden buraya ilk mabedi Süleyman Peygamber inşa etti. Seleflerinin
güçlerini yitirmesiyle burayı işgal edenlerin ilk işleri, insanların
hafızalarındaki bu manevi değeri silmek için, var olan mabedi yıkmak oldu. Onun
yerine yeni mabetler inşa ettiler. Onlar gitti yerine gelenler eski mabetlerini
hem fiziki olarak hem de manen yeniden diriltmek için uğraş verdiler. Tarih
boyunca kimin yolu bu şehre düştü ise ve kimler bu şehrin hâkimiyetini ele
geçirdiyse yaptıkları ilk işlerden birisi kendi dinlerine ait bir eseri bu
şehre kazandırmak oldu. Bu yüzden üç büyük dinin -Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam’ın- bu şehirde birçok eserleri ve manevi hatıraları bulunmaktadır. Pagan
Romalılar bile Kudüs’ü işgal ettiklerinde buraya kendi dinlerine ait bir mabet
inşa etmişlerdi. Bu yüzden Kudüs’ü, dünyanın muhtelif bölgelerinden farklı
dinlere mensup birçok dindar insan hac amacıyla ziyaret etmektedir.
Şehrin bu manevi ve dini önemi ona verilen isimlerde de açığa çıkmaktadır.
Onlarca ismi vardır bu şehrin. Şehrin ismi çoğunlukla bu şehirdeki mabedin
ismiyle özdeşleştirilmiştir. Yaklaşık 5000 yıl önce burada kurulan ilk mabede
en büyük Tanrı kabul edilen “SALEM”in adı verildi. Şehir Ulu Tanrı SALEM
adıyla anılmaya başlandı. “Eski İbrani paralarında Yerushalayim olarak
geçen isim, Aramice Yerushlem, Süryanice Urishlem ve Asurca Urusalim
şekillerinde geçmektedir. Görüldüğü gibi Eski Ahit ve bu dönemin kaynaklarında
şehrin ismi Salem, İbranice Şalim köküne dayanmaktadır ki, bugün
o Yeruşalim olarak okunmaktadır. Ön ek olan Uri ve Yeru zaman zaman yer
değiştirmektedir. İbranice Şalim Arapça Salem ile aynı kökten müştak
olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir.”[1]
Grekler zamanında şehre verilen ismin kökündeki barış anlamı değişmedi.
Onlar şehre Hierusalem, Hierosolyma ismini verdiler.[2] “Salem” ve “solyma”
önceki isimlerindeki gibi “barış anlamına geliyordu. “hieru/hiero” ise “kutsal”
demekti.[3] Önceleri “Salem” kökü
ve türevleri “uri, uru, yeru, jeru” gibi, “ülke, şehir, yurt” anlamlarına gelen
kelimelerle tamlanarak söylenirken, artık kelime “kutsal” anlamına gelen
kelimelerle tamlanarak söylenmeye başlandı.
İsimlendirmede başlangıçtaki amacı tahmin etmek güç değildir. En büyük
Tanrıya “Salem” yani “barış/esenlik” ismini veren Kenaniler, insanlığın o gün
için en büyük problemi olan can, mal, nesil, inanç güvenliğini, Barış Tanrısı
adına yaptıkları ve merkezine de büyük bir mabet inşa ettikleri bu şehirde
sağlamayı amaçlamışlardı. İnsanlar bu harem bölgeye girdiklerinde kimsenin
canına, malına, namusuna dokunmadan özgürce yaşayıp, inançlarının gereği olan
ibadetlerini yerine getirebileceklerdi.
İlginçtir; adı “barış” olan bu şehir tarihi boyunca hep savaşların,
işgallerin, ölümlerin ve zulümlerin üzerinden hiç eksik olmadığı bir bölge
oldu. Bu şehrin bilinen 5000 yıllık tarihinin Süleyman Peygamber’in ve
Osmanlıların hâkim olduğu küçük bir dönemi –toplam tarihinin yüzde onundan daha
az bir süre- istisna tutarsak burası “barış yurdu” olmaktan çok “savaş yurdu”
oldu.
Şehre verilen farklı isimler şunlardır: Jebus, Yebus, Hakikat Şehri,
Oholiba, Sion ya da Zion, Davud Şehri, Ir Davud. Romalılar şehri
işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak
anılmaya başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu.
Şehrin sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar
şehir fethedilinceye kadar buraya “İlya” veya “Medinetü Beyti’l
Mukaddes”diyorlardı. Pratik kullanım ise “İlya” veya “Beytül Makdis”
şeklindeydi.[4] İlk dönem kaynaklarında
Arapçada bu isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları
el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’s-Selam, Medinetü’s-Selam ve Karyetü’s-Selam, Mescid-i
Aksa isimleri de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir
artık daha çok Al-Kuds veya el-Kudsu’ş-Şerif isimleriyle anılmaya
başlanmıştır.[5] İsmin pratikteki
kullanımı ise “Kudüs” şeklindedir.
Şehrin ismi üzerine yaptığımız bu kısa yolculuk bize gösteriyor ki
başlangıçta “Salem” yani “barış” adıyla anılan şehir bir-iki kelimenin
birbirini tamlamasıyla uzun süre kullanıldıktan sonra barış/salem kısmı
kaybolmuş ve günümüzde artık sadece kutsal anlamına gelen “Kudüs” ismiyle
anılır olmuştur.
Başlangıçtaki amaç Barış Tanrısı adına barışı egemen kılmaktı. Ama
egemenler Tanrı’nın adını ve kutsalı araçsallaştırdılar. Kutsal, zalim
egemenlerin silahına dönüştü. Barış gelmedi. Esenlik bir hayale dönüştü. Dinler
ve kutsallar adına yüzyıllarca bitmeyen acı yüklü savaşlar yapıldı. Canlar
kutsallar adına feda edildi. Barışın, selamın, esenliğin adı unutuldu. Kutsalın
adı zirveye taşındı. “Salem” “Kudüs” oldu.
Günümüzde de aynı yerde kutsallar adına kutsal savaşlar yürütülmeye devam
ediliyor. Bir tarafta Yahudiler vadedilmiş topraklarına –Sion/Zion’a- hâkim
olmanın çılgınlığı ile kendilerine en büyük tehdit olan Filistinli Müslümanlara
yaşama hakkı vermiyorlar. Karşılarında yer alan Filistinli Müslümanlar da
burayı kendi kutsal toprakları olarak görüyorlar. Filistinli İslami örgütler
kuruluş bildirgelerine “Filistin’in herhangi bir parçasını suiistimal etmek
direkt olarak dinin bir kısmıyla çelişir. İslami Direniş Hareketi’nin
milliyetçiliği onun dininin bir parçasıdır. Hareket’in üyeleri bundan
beslenmektedir”[6] şeklinde maddeler
koyarak davalarını kutsal ve dini bir dava halinde ifade etmektedirler.
Her iki tarafın da kutsalı ortak…
Yani Kudüs…
Herkes aynı kutsala egemen olmanın kavgası içinde…
Kavganın görünen iki tarafı Filistinli Müslümanlar ve Yahudiler iken,
dünyanın ve bölgenin Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Şii, Sünni tüm büyük
aktörleri bir şekilde bu kavganın içinde yer alıyor. Kutsal, bir araç olmuş ve
her aktör bu araç üzerinden egemenlik savaşını yürütmenin kavgasını veriyor.
Taraflar kutsal üzerinden yürüttükleri tavizsiz iddialarını sürdürdükleri
sürece bu topraklara ve genel olarak dünyaya barışın gelmesi boş bir hayal gibi
görünüyor. Oysa taraflar kutsallarından vazgeçerek veya kutsallarından taviz
vererek, söz konusu toprakları yeniden birlikte ve eşit olarak yaşadıkları
barış yurduna yani Darüsselam’a/Yeruşalim’e/Jeruşalem’e dönüştürebilirler.
“Kudüs” yeniden “Salem” olabilir.
Sorunun çözümü biraz da kutsalların ürediği tarihi arka planı açığa
çıkarmaktan geçmektedir. Her din kendi adına kendi kutsalının hangi tarihi
koşullarda ortaya çıktığını ve değerini sorgulamalı ve yeniden yoruma tabi
tutmalıdır. Çünkü kutsal olan şeyler barışa, iyiliğe, adalete hizmet ettiği
sürece değerlidir. Ama kutsallar iyilik yerine kötülük, adalet yerine zulüm
üretiyorsa ve farklı inanç ve düşüncelere mensup insanların barış içinde bir
arada yaşamaları yerine çatışmalarına ve birbirlerini katletmelerine ve
egemenlerin bu kutsallar üzerinden otoritelerini sürdürmelerine yol açıyorsa, o
kutsalların değerini sorgulamanın zamanı gelmiş demektir.
Bu nedenle burada diğer dinlerin değerlendirmelerini kendilerine bırakmak
şartıyla, kısaca İslam tarihinde Kudüs’ün dinsel ve kutsal değerinin
oluşumu/oluşturulması ve bunun nasıl siyasi amaçlara hizmet ettiği üzerine bir
değerlendirme yaparak yazıyı sonlandıracağız.
İslam Tarihinin İlk Dönemlerinde Kudüs
Ömer döneminde fethedilen Filistin ve Kudüs bir süre Müslümanların
ilgisinin dışında kaldı. Ömer buranın halkıyla bir antlaşma imzaladı. Onları
dinlerinde ve ibadetlerinde özgür bıraktı. Kısa bir süre önce Romalıları yenen
Sasaniler burayı işgal edip Kutsal Haç’a el koymuş ve Kudüs’ü harabeye
çevirmişti. İslam ordularının işgalinden önce Romalılar Sasanileri tekrar
mağlup edip Kutsal Haçı geri aldılar, ama şehir hala virane haldeydi. Şehrin bu
viraneliği sadece Sasanilerin işgaliyle olan bir durum değildi kuşkusuz. MS.
70. yılda Titus katliamında buradaki mabed zaten yerle bir edilmişti. Bu yer de
Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı
fethettiğinde de bu halde bulunuyordu.[7] Kaynaklar bize Ömer’in
Süleyman Peygamber’in hemen hemen yıkılmış mescidinin bulunduğu yeri
temizletip, duvarları kalmış ve kullanılmayan bir alanın üzerini kalaslarla
kapatarak oradaki orduların namaz ihtiyacı için 3000 kişilik bir mescit
yaptığını söyler. Ancak Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere
dokunmamış ve buralara el koymamıştır. Hatta Ömer’in kendisinden sonra âdet
olur da mescide çevrilir endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette
namaz kılmaktan imtina ettiği rivayet edilmiştir.
O günlere ait az sayıdaki orijinal belgede Mescid-i Aksa ismi hiç
geçmemektedir. Fetihten sonra Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair en eski
bilgi ise yaklaşık 50 yıl sonrasına aittir. Bu da bir Hıristiyan gezgine
aittir. Bu haberde de oradaki bir kilisenin bir bölümünde namaz kıldıklarından
bahsedilmektedir.[8] Buranın tam yeri belli
değildir.
Peygamber’den rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa
olarak değil, Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa
geçse bile bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı oldukça açıktır.
Miraca ilişkin çok sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül
Makdis olarak isimlendirilmektedir.[9]
Kudüs İslam’ın ilk kıblesi olduğu halde Müslümanların oldukça uzun bir süre
burası hakkında aldırmaz bir tutum içinde olmalarının sebebi ne olabilir? Ne
Ömer’in fetihten sonra Peygamber’in üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen
“Hacer-i Muallak” taşını aratma, ne de Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit
edip burayı tamir ya da inşa etme çabası içine girdiğine dair bir rivayet
vardır.[10] Üstelik Kur’an’da İsra
Suresi’nde bu mescitten bahsedilmektedir.
Bu sorunun tek bir cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının
Mescid-i Aksa olduğuna, Peygamber’in Kur’an’da bahsedilen isra yani geceleyin
yürütülmesi hadisesinin Kudüs’e doğru mucizevî bir şekilde yapıldığına ve
“Hacer-i Muallak”ın üzerinden miraca çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu.
Eğer olsaydı böylesine önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal
Hacer-i Muallak’ın yerinin tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’an’da geçen mescit
olduğunun ilan edilmesi olurdu. Ama öyle olmamıştır.
Bu durum öncelikle Kudüs’ün ilk kıble oluşunun o dönemdeki Müslümanlar
nezdinde ne kadar az bir öneme sahip olduğunu gösterir. Bu önemsiz görme aynı
zamanda Yahudiliği önemsiz görmenin de bir parçası olmalıydı. Kudüs’e ilk
kıblemiz diye sahip çıkmak Yahudiliği Müslümanlar nezdinde tekrar önemli hale
getirmek anlamını içermekteydi.
Peygamber’in Medine’ye hicretinin ilk yıllarına kadar Ehl-i Kitab’la
ilişkisine çok önem verdiği bilinen bir husustur. Hatta Peygamber kendisinin
gönderilmiş ve haberi Ehl-i Kitab’ın kaynaklarında geçen peygamber olduğunun
ispatını biraz da Ehl-i Kitab’ın kendisini onaylamasında buluyordu. Ehl-i
Kitab’ın kaynaklarında “Ahmet” sıfatıyla tanıtılan peygamberin kendisi olduğunu
söylüyor ve Medine’deki ve çevresinden gelen Ehl-i Kitap dinlerine mensup din
adamlarının onun peygamberliğini onaylamaya davet ediyordu. Böyle bir onay,
Ehl-i Kitap mensuplarınca resmi olarak ilan edilseydi, Peygamber davetini kısa
sürede yaymak için çok büyük bir imkâna kavuşacaktı. Bu nedenle Peygamber
Yahudi şeriatının ve ibadetlerinin bir kısmını uygulamaktan çekinmedi. Örneğin
Kudüs’e doğru namaz kıldı. Onlar gibi Muharrem ayının ilk on günü oruç tuttu,
onların şeriatlarına göre hükümler verdi vs.
Ama bu strateji çok işe yaramadı. Yahudiler Peygamber’e ihanet ettiler.
Verdikleri sözleri tutmadılar, anlaşmaları ihlal ettiler. Peygamber de
Yahudilere karşı stratejisini değiştirdi. Yönünü/kıblesini Kudüs’ten Mekke’ye
çevirdi. Allah da onun isteğine uygun ayetler indirdi. Medine’de güçlendikçe
oradaki Yahudi kabileleriyle teker teker hesaplaştı. Kimini sürdü ve mallarına
el koydu, kimini de toptan ölüme mahkûm etti. Sonunda Ömer’in halifeliği
zamanında Hayber’deki Yahudiler de sürgüne gönderilerek Arap Yarımadası
Yahudilerden tamamıyla arındırıldı. Artık Müslümanların Yahudilerden tamamen
farklı bir şeriatları ve ibadet sistemleri vardı. Kıbleleri de Mekke idi. Kudüs
fethedildiğinde zihinlerdeki bu hatıralar capcanlıyken bir süre Kudüs’ün kıble
olmasından yola çıkarak buraya önem vermek herhalde o günkü Müslümanlardan
beklenen bir tavır olmazdı. Üstelik İslam ordularının fetihleriyle yeni yerlere
ulaşan Müslümanlar orada karşılaştıkları Ehl-i Kitap mensuplarıyla kendilerini
peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yeni bir tartışmanın içinde buldular. Buna
rağmen kıble meselesi üzerinden Kudüs’ün değerini yükseltmek kendileriyle
tartışan Yahudilere prim vermek anlamına gelirdi.
Mescid-i Aksa Neresi?
Durum böyle ise, Kur’an’da bahsi geçen İsra hadisesinin aslı nedir? Kur’an’da
bahsedilen Mescid-i Aksa neresidir? Kur’an’da geçmediği halde çok sayıda
hadiste yer alan Miraç hadisesinin aslı nedir? Bu sorulara kısaca cevap
verdikten sonra Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın İslam tarihinde Kur’an’da adı
geçen Mescid-i Aksa ile nasıl aynileştirildiğini ortaya koyacağız.
Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan “Megazi”de
Vakidi şu bilgileri vermektedir:
“Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son beş
gününde, perşembe günü gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada
bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i
Edna (Yakın Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır;
Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.”
Ezraki mescit listelerini “Ahbaru Mekke”de verirken şunları söyler:
“Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş olan
Muhammed ibn Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve
demiştir ki: ‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi ki:
Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu
Mescid-i Edna(yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı
namazgâhtır.”
“Bu ifadelerden ortaya çıkıyor ki: Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke
döneminde yasaklı yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına,
vadilere gizlice ibadet etmeye gidiyorlardı. Bazen de uzaklaşıp uzun süre
gelmiyorlardı. Bu dönemde değişik yerlerde namaz kılmayı adet haline
getirdikleri mescit yerleri oluşmuştu. İşte bu mescitlerden en uzakta
bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa denildi. Sahabeler
uzaklaşarak namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç
kalmadığı için terk edildi. Mescid-i Aksa da bu şekilde terk edilip ancak
teberrüken ziyaret edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km
uzaktaki bu yerde ihrama girdi.
İsra olayı da Kur’an’ın nekre bir ifade ile belirttiği şekilde ne zaman
olduğu belli olmayan ve Mekke dönemi yıllarında bir gece Mescid-i Haram’dan
Cirane’deki Mescid-i Aksa’ya götürülmesi olayıdır. “Götürme” tabiri Kur’an’da
zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’an’ın benimsediği
bir üsluptur. Nitekim buna benzer bir ifade, Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’na
çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır: “Nitekim Rabbin seni hak uğrunda
evinden savaş için çıkarmıştı.” (8/5)
Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki
Mescid-i Aksa adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle bezenerek
abartılı anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan Miraç olayı
ile birleştirildi.”[11]
Azimli’den aynen alıntıladığımız bu ifadeler Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki
Beytül Makdis veya günümüzde Mescid-i Aksa olarak ifade edilen mescit
olmadığını ve Peygamber’in mucizevî bir tarzda götürülmediğini kendi ayakları
ile 8 km veya 8 millik bir mesafeyi yürüyerek Mekke civarında ismi Mescid-i
Aksa olan bir mescide gittiğini göstermektedir. İsra suresindeki ilk ayetler de
buna işaret etmektedir.
Miraç Hadisesi
Asıl konumuz Miraç hadisesinin aslını araştırmak olmadığı için ayrıntılara
girmeden ve bu konuda rivayet edilen hadisleri aktarmadan kısaca bazı tespitler
yapacağız. Miraçla ilgili hadislerin tamamı uydurmadır. Çünkü bu hadisler
Kur’an ayetleriyle çeliştiği gibi Peygamber’in davet metoduyla da
uyuşmamaktadır. Müşrikler Peygamber’den şu tarzda taleplerde bulunmuşlardır:
“Nitekim diyorlar ki, “Bize, yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut hurma
ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından çağıl
çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça
üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe
yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana
inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle
okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine inanmayız. De ki onlara: “Bütün, bunlara
muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan Rabbimdir; ben ölümlü bir
elçiden başka bir şey değilim.” (17/90-93)
Diğer ifadeleri bir kenara bırakalım müşriklerin “Allah ve meleklerle yüz
yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun tarafından ayetle
reddedilmiş ve bunun Allah dilemedikçe mümkün olmadığı söylenmiştir. Aynı
Peygamber aynı surenin (İsra Suresi) başlarında yer alan isra (güya geceleyin
Mekke’den Kudüs’teki mescide yürütülme) ve oradan da miraca çıkma hadisesini
açıklamış olmaktadır. Aynı sûrede sûrenin başında bir mucize açıklanıyor ve
sûrenin ilerleyen ayetlerinde müşrikler bu mucizeyi sanki daha önce hiç olmamış
gibi talep ediyorlar ve Peygamber de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi
gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu büyük bir çelişki değil
midir? Eğer İsra’yı Kudüs’e yürütülme olarak anlarsak ve miraçla ilgili
hadisleri gerçek kabul edersek, Kur’an kendisiyle çelişmiş olacaktır! Bu mümkün
olmadığına göre İsra hadisesini yukarıdaki alıntılarda ifadelendirildiği
şekilde onaylamak ve Miraç’la ilgili hadislerin uydurma olduğunu kabul etmekten
başka bir çıkar yol kalmamaktadır.
Diğer bir açıdan Peygamber tüm daveti boyunca açıklama ve akla hitap etme
yöntemini kullanmıştır. Peygamber’in davet yönteminde mucizelere başvurma
yöntemi yoktur. Yukarda naklettiğimiz ayet ve bunun gibi bir dizi ayet de bunu
göstermektedir. Peygamber müşriklerin mucize taleplerini geri çevirmiştir.
Çünkü mucize bile olsa onlar iman edecek değildiler. Bu nedenle Peygamber’e dönük
tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır. İçinde onlarca olağan dışı anlatımın
yer aldığı Miraç hadisesi ise resmen bir mucizeler geçididir. Bunun
Peygamber’in davetinde ne işe yarayacağını veya -farzı muhal olduğunu kabul
edelim- ona ne kazandıracağını bir sorgulayalım. Cevabın bir hiç olacağı çok
açıktır. Çünkü mucize olarak sunulan hadise insanların gözü önünde cereyan
etmemiştir. İnsanların gözleriyle tanık olmadıkları bir mucizenin inkâr etmekte
ısrarcı olan müşriklere ne faydası olacaktı? Sadece Peygamber’in görüp,
Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? O zaman
Peygamber’in davetine bunun faydası nedir, bunun cevabının verilmesi gerekir.
Miraç konusundaki yoğun hadis bombardımanı karşısında bazı düşünür ve
âlimler de farklı rivayetlere sığınarak Mirac’ın Peygamber’in bedenen yaşadığı
bir hâdise olmadığını, gördüğü bir rüya veya manen geçirdiği bir tecrübe
olabileceğini söylemektedirler. Oysa bunu kabul ettiğimizde onlar yukarıda sûre
içinde ayetlerin birbirini nakzetmesi veya çelişki ortaya çıkması hadisesi ile
Mirac’a ilişkin rivayetlerdeki çok sayıdaki çelişkiyi, Kur’an’la çelişen
yönleri ve davetin yöntemiyle uyumsuzluğunu da onaylamış olmaktadırlar. Biz
Peygamber’in bazı manevi tecrübeler geçirdiğini biliyoruz. Ama tüm bu tecrübeler
sübjektiftir. Sadece Peygamber’in kendisini ilgilendirir. Bizi bağlamaz. Bize
bir sorumluluk yüklemez. Risaletin ilk yıllarında bu tarz tecrübelerin vuku
bulduğu ayetlerle sabit olmasına rağmen, bu tecrübelerin mahiyetini Peygamber
en yakınlarına dahi tam olarak açıklamamıştır. Bu konuda birbiriyle çelişen
rivayetlerden bunu çıkartmak mümkündür. Üstelik bunun Peygamber’in davetiyle
hiçbir ilişkisi de yoktur. Oysa Miraç’a ilişkin hadislerle resmen büyük bir
külliyat oluşturulmuştur. Çok sayıda hadisle karşı karşıyayız ve daha da
önemlisi Peygamber güya bunu Mekkeli müşriklere karşı kullanmaya çalışmıştır.
Bunlar kabul edilmesi zor iddialardır.
Miraç’la ilgili hadislerde yer alan çelişkilerden bazı örnekler verdikten
sonra bu hadislerin uydurulmasına neden gerek duyulduğunu ve bu mitolojilerin
kaynağının ne olduğunu açıklayacağız.
1- İsra ve Miraç’a ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki
yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu
yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Çünkü Miraç olayı gerçekleşirken
Kudüs’te bu isimde bir mescit henüz mevcut değildi. Bazıları bu çelişkiyi
gidermek için Mescid-i Aksa’nın Kudüs’e inşa edilecek mescit değil semavi bir
mescit olduğunu iddia etmiştir. Bazıları ise bu mescidin ileride inşa edileceğinin
Kur’an’da mucizevî bir şekilde haber verildiğini söylemiştir. Yani bir durum
kurtarılmaya çalışılırken yeni mucizeler icat edilmiştir. İşin ilginci gelen
rivayetlere göre Peygamber müşriklerin mescit hakkında sorduğu her soruya cevap
vermiştir. Hatta pencerelerin sayısına kadar bu soruları cevaplandırmıştır.
Oysa hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli yolculuk yapan
müşriklerden hiç birisi “Orası bir viranelik ve çöplük, orada mescit yok,
mescit olmayan bir yerdeki hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl
edememiştir! Bu da bir mucize olsa gerek!
2- Medine’de indiği kesin olan bazı ayetlerin Miraç
sırasında indiği rivayet edilmiştir. Oysa Miraç hadisesinin hicretten önce
olduğu rivayet edilmektedir.
3- Bu hadislerde Peygamber’in Miraç’a yatsı namazından
sonra çıktığı rivayet edilmiştir. Oysa bu rivayetler bize beş vakit namazın
Miraç esnasında farz kılındığını söylemektedir. Öyleyse Peygamber farz olmayan
yatsı namazını nereden bilip de kılmıştır?
4- Beş vakit namazın farz kılınmasına dair hikâye ise
tam anlamıyla bir komedidir. Sanki Allah kulları için neyin ağır gelip neyin
kolay geleceğini bilmiyormuş gibi her inişte Musa, Peygamber’i uyarmış o da
geri dönerek namaz vakitlerinden iskonto istemiştir. Yani Musa Allah’tan daha
iyi bilmektedir!
5- Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh
olduğu, her yerde hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği
gibi Kur’an tarafından da ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir.
Hamidullah’ın ifadesiyle şayet Allah’ın bizimle ve bize çok yakın olmadığı ve
O’nun gökyüzündeki Arş’ı üzerinde aramak gerektiği öne sürülürse, bu anlayış
Allah’ın Arş’tan, Arş’ın göklerden, göklerin de bu kâinattan daha küçük olduğu
anlamına gelir.[12] Peygamber’in Sidretül
Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz, kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir
şekilde gördüğü iddia edilmektedir. Allah’ın göklerde olmasının bir tür
yükseklik anlamına gelmesi de o günün kozmoloji anlayışına uygun bir
anlayıştır. Oysa Kudüs’te ayakta duran bir insan için yükseklik ve üst anlamına
gelen gökyüzü, dünyanın tam tersi yönde duran bir insan için yükseklik ve üst
değil, alçaklık ve alt anlamına gelmektedir. O zaman Allah yüksekte mi aşağı da
mı olmaktadır?
6- Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü
olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak
gösterilmektedir.
Biz sadece hadislerde göze çarpan açık çelişkilerden bazı örnekler seçtik.
Hadislerde çok daha fazla çelişkilere ve Kur’an’ın mesajı ve dinin temel
inançlarıyla çelişen olaylar mevcuttur.
Miraç hadisesinin iç yüzü böyle olduğuna ve tamamen uydurma hadislere dayandığı
oldukça açık olduğuna göre şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu hadislerin
uydurulmasına neden gerek duyulmuştur ve bu hadisler uydurulurken hangi
kaynaklardan ilham alınmıştır?
Bu soruların cevabı oldukça açıktır. İslam ordularının yaptığı fetihlerde
kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar buralarda farklı
kültürlerle yüz yüze geldiler. Aynı zamanda yeni bölgelerden insanlar hızla
İslam’a intisap etti. Eski kültürlerinde ve dinlerinde mevcut olan anlayış,
düşünce, problem ve anlatılarını yeni dinlerine uyarlamaya çalıştılar.
Beraberinde yeni tartışmalar da ortaya çıktı. Peygamber sağken ve İslam’ın ilk
yayılışında karşılaşılmayan yeni sorular sorulmaya ve dine farklı saldırılar
yapılmaya başlandı. En büyük tartışmalardan birisi Ehl-i Kitab’la Müslümanlar
arasında peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın
en üstün peygamber olduğunu savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük peygamber
olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la
konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde
hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı
olarak, Muhammed’in tüm peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski
mitolojik anlatıları Muhammed Peygamber için uyarlayıp bunları hadis diye
rivayet etmiş olmalılar.
Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler Miraç hadisesine çok benzemektedir.
Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta
Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin
eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı Ormazd’ın huzuruna varıncaya kadar
çeşitli katmanlara uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Ormazd ile sohbet eder.
Bazı öğütler alarak geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına
uyarlanan kısımları dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne
çıkışı hemen hemen aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar
veya onlardan bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a
karşı Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt
dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten
sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve
üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la
konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in
hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün olduğu ispat edilmiş olmaktadır!
İsra Suresi’nde bahsedilen Mescid-i Aksa’nın gerçek yeri ve İsra ile Miraç
hadisesinin aslını böylece ortaya koyduktan sonra şimdi bu yalanların ve
mitolojik hadislerin kullanılarak Kudüs’ün İslam tarihinde kutsal bir şehir
haline getirilişinin geri planındaki siyasi amaçları açıklayabiliriz.
İslam Tarihinde Kudüs’ün
Kutsallaştırılmasının Ardındaki
Siyasi Maksatlar
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Kudüs’ün fethinden sonra Müslümanlar uzun
bir süre buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır. Fetihten yaklaşık 50 yıl
geçtikten sonra buradaki yapı Mescid-i Aksa olarak algılanmaya başladı.
Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet edilen taşın üzerine (Hacerül
Muallak) Kubbetüs Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi. Eğer
söz konusu bölgede bir mescit vardıysa bu mescit yeniden görkemli bir şekilde inşa
edilerek buna Mescid-i Aksa ismi verildi. Böyle bir mescidi ilk yapanın Emevi
halifesi Abdülmelik bin Mervan olduğu kaynaklarda geçmektedir. Mescidin ilk
defa I.Velid zamanında yapıldığına dair zayıf bir rivayet bulunsa da çoğunluk
görüş mescidi ilk defa yapıp ona Mescid-i Aksa ismini verenin Abdülmelik bin
Mervan olduğu doğrultusundadır. Mescidin muhtelif zamanlarda tadilattan
geçtiğini düşünürsek Hıristiyan bir kaynaktan gelen I.Velid rivayetinin bu tür
bir tadilatla ilişkisi olması muhtemeldir.
O güne kadar hiçbir bahsi yokken Abdülmelik bin Mervan zamanında hem
Kubbetüs Sahra’nın yapılması, hem de mescidin görkemli bir şekilde inşa
edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından
ilgilidir.
“Hicaz’daki Mekke ve Medine gibi iki kutsal şehri ve buralardaki mescitleri
elinde bulundurup Şam’daki Emevi halifeliğine karşı mücadele eden sahabeden
Abdullah b. Zübeyr’e karşı Emevi halifesi Abdülmelik, kendi bölgesindeki
insanların hac için gittikleri Mekke’de siyasi rakibi tarafına geçmelerinden
endişe ederek bir diğer kutsal yer olarak Kudüs’ün öne çıkarılmasını
sağlamıştır. Bunun için oradaki kilisenin yerine Mescid-i Aksa’yı inşa etmiş,
böylece hac merkezini değiştirmeye gayret ederek hatta bir müddet burada tavaf
yapılmasını sağlamıştır.”[13] Bu amacını
gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve
Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. Hatta Kudüs’ün
kutsiyetini ve önemini artırmak için; “(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide
sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyade sevab umarak) yalnız (şu) üç mescide
sefer edilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.” tarzında
hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın eklendiği
kuvvetle muhtemeldir. Buhari’de geçen bu hadisin ravisi olan Kazae b. Haruş,
rivayette verilen senette geçtiğine göre, Emevilerin Kufe valisi Ziyad b.
Ebih’in kölesidir.
İbni Kesir’in tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır:
“Bu senede Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te Mescid-i Aksa’daki kayanın
üzerine bina yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya başladı. Bu onarım işi
hicretin yetmiş üçüncü senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi: Abdullah
b. Zübeyr, Mekke’yi istila ettiği zaman Mina ve arefe günlerinde insanların
Mekke’de ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor, hutbesinde Abdülmelik’in
aleyhinde konuşuyor ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp şöyle diyordu: Peygamber
(s.a.v.), Hakem’e (Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti. Peygamber
onu kovdu ve lanetledi.
Abdullah b. Zübeyr, insanları kendisine bey’ata davet ediyor, çok fasih
konuşuyordu. Şamlıların büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik, bunu
duyunca insanları hacdan menetti. Hacca gitmelerine müsaade etmeyince insanlar
ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki
kayanın üzerine kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu
sayede insanları hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin.
Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın
etrafında, tıpkı Kâbe etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar.
Bayram gününde orada kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı…
Abdülmelik, Beyti Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda
para ve işçi gönderdi. Onarım işini de Reca b. Hayve ile Yezid b. Selam
adındaki azatlısına tevdi etti. Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları
toplayıp Beyti Makdis’e gönderdi. Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Reca b.
Hayve ile Yezid’e, bu iş için tereddütsüz olarak bol masraf yapmalarını
emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar. Kubbeyi inşa ettiler, çok
güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli mermerlerle döşediler. Kubbenin
üzerine de biri kış mevsimine mahsus olmak üzere kırmızı maden filizinden,
diğeri de yaz mevsimine mahsus olmak üzere deriden iki örtü yaptılar. Kubbeyi
çeşitli perdelerle çevrelediler. Oraya hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli
kokular, miski amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar,
geceleyin kubbeyi ve mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten
kandiller, altın ve gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Miskle kaplı,
ay parçasını andıran dallarla süslediler. Mescidi ve kayanın üzerine yapılan
kubbenin üstüne renkli sergiler serdiler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu
uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine
vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu ve
onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu.
Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan
daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe
yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar.
Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez
oldular. İnsanlar böylece büyük bir fitneye düştüler. Her taraftan insanlar
Mescid-i Aksa’ya geldiler.
Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahretteki
manzaraları andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün,
Cennet kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir
ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece
insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz
şudur ki Beyti Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı
tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe
yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok
şeyleri taktılar.”
Bu alıntı olayı o kadar net ortaya koymaktadır ki, hiçbir yorum ve
açıklamaya gerek kalmamaktadır. Emevi halifesi Abdülmelik’in siyasi amaçları
uğuruna Kur’an’daki bir ayet ve uydurulmuş birçok hadisi kullanılarak –belki de
bazı hadisler uydurtarak- Kudüs kutsallaştırılmış ve burada inşa edilen mescide
Kur’an’da geçen bir mescit ismi verilerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in
mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Bu ise
Abdülmelik’in iktidarını meşrulaştırmak veya en azından Emevî saltanatının
devamını sağlamak için kullanılmıştır.
İşin günümüzle ilgili boyutuna tekrar dönelim. Aynı topraklarda hem
Yahudiler, hem de Filistinli Müslümanlar Kudüs topraklarının ve orada mevcut
olan mabetlerinin kutsallığından yola çıkarak onlarca yıldır savaş hali içinde
yaşamaya çalışmaktadırlar. İsrail’in buradaki zulmünü ve Filistinlilere
uyguladığı şiddetli baskıları inkâr etmiyoruz. İsrail bu konuda son derece
haksızdır ve Filistinli Müslümanlar kendilerine uygulanan İsrail baskısı ve
zulmüne karşı çıkmakta son derece haklıdır. Ama davalarını dayandırdıkları
nokta itibariyle her iki taraf da haksızdır ve her iki tarafın kutsallar
üzerinden yürüttükleri bu dava işi çıkmaza sürmektedir. Filistinlilerin burada
gördükleri zulmün, Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Çeçenistan’da veya
dünyanın başka bir bölgesindeki Müslüman veya başka bir dine mensup bir insanın
çektiği zulümden veya gördüğü baskıdan bir farkı yoktur. Hem Filistin’de hem de
dünyanın her bir yerinde insanlar o topraklar üzerinde yaşadıkları için değil,
bir zulme maruz kaldıkları ve atalarından devraldıkları o topraklarda özgürce
yaşama hakkına sahip oldukları için haklıdırlar. Yoksa yeryüzündeki hiçbir
toprak kutsal değildir. Eğer bir kutsallık verilecekse yeryüzünün her karış
toprağını kutsal ilan etmek gerekir. Binlerce yıldan beri olduğu gibi bugün de
Kudüs ve Filistin topraklarında Müslümanların da Yahudilerin de yaşama hakkı
vardır. Doğruluğu ve yanlışlığı bir tarafa herkes kendi dinine ait hatıraları o
bölgede canlı tutabilir, kendi kutsal yerlerine sahip çıkabilir ve bunun için
orta yollar bulunabilir. Bir arada yaşamanın ve herkesin kendi kutsal
tecrübelerini burada yâd etmesinin önü açılabilir. Ama bunun yolu kutsalları
savaş ve siyasi amaçlara alet etmekten geçmemektedir. Kutsalların zannedildiği
gibi kutsal olmadığının anlaşılması, bunların tarihte siyasi veya farklı
amaçlarla üretilen/uydurulan mitlerden ibaret olduğunun hakkının teslim
edilmesi bu anlamsız kavga, savaş ve zulümlere son verebilir.
[1] Muammer Gül, Kudüs ve Tarih
İçinde Aldığı İsimler, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11
sayı:2
ZORUNLU BİR AÇIKLAMA-1 / Hamdi Tayfur
Yazdığım yazılara yapılan yorumlara cevap yazma âdetim olmadığı halde gerek burada, gerek sosyal paylaşım ortamlarında, ikili diyaloglarda, özellikle de özel olarak gönderilen mesajlarda ağır hakaretler içerecek şekilde yapılan yorumlar nedeniyle bir açıklama yapma zarureti hissediyorum. Bu yazının içeriğine, yazının tezini savunmak için kullandığım delillerin gerçekliğine yönelmek yerine şöyle bir mantıkla savunu yapılıyor: Bu yazı bizim işimize yaramaz, tersine İsrail ve ABD gibi İslam düşmanlarının işine yarar.
Bu savunu üzerinden yürüyenler asla yazının içeriğine ve kullandığı argümanlara ve meselenin doğru olup olmadığına yönelmiyorlar ve ısrarla; “Sen Yahudi ve Siyonistlere hizmet etmek için mi bu yazıyı yazdın?” mantığını içerecek şekilde içinde ağır hakaret kelimeleri bulunan mesajları özelime, daha hafiflerini de herkese açık ortamlara gönderiyorlar. Hatta yirmi bine yakın üyesi olan bir sosyal paylaşım grubunda “bu yazıyı protesto edin!” kampanyası bile başlatıldı.
Böylesi bir mantık tam da benim sürekli kendisiyle mücadele ettiğim, Müslümanların hakikate talip olamama ve asabiyet üzerinden yürüyen, tepkici tavırlarının bir göstergesini oluşturuyor. İşte özellikle bu tür davranış alışkanlıklarından kurtulamadığı için İslam Dünyası bir türlü silkinip kendisine gelemiyor.
Oysa hakikatin peşinde koşmak ve bulduğu hakikat acı da olsa buna talip olacak, bunu hiçbir şart öne sürmeksizin kabullenecek bir adalet mantığı, bizim asıl ihtiyacımız olan şeydir.
Yapılan bu savunun geri planında aslında şöyle bir zihinsel kod vardır: Gerçek eğer benim işime yarıyorsa ve düşmanımın aleyhine ise o benim kabul edeceğim bir gerçektir; tersine eğer gerçek benim aleyhime ve düşmanımın lehine ise o gerçeği ben gerçek olarak kabullenmem, o kocaman bir yalandır! Bunu başka bir şekilde ifade edelim: Benim işime yarayan ve düşmanımın aleyhine olan yalanlar benim gerçeğim olabilir; tersine benim aleyhime olan ve düşmanımın işine yarayan gerçekler benim kabullenebileceğim gerçekler olamaz, onlar sadece yalandır!
Böyle bir mantık doğru bir mantık mıdır? Hangi akıl bunu kabullenebilir? Bir Müslüman neyin hakikat neyin yalan olduğuna böyle bir mantıkla karar verebilir mi?
Aynı zamanda böyle bir mantık, sorunları asılları üzerinden ve tıpkı Kur\'an\'ın insanları çağırdığı gibi hakiki deliller üzerinden tartışmak yerine sonuçlar üzerinden veya körü körüne bir inanç asabiyeti üzerinden tartışmak anlamına gelmiyor mu?
Öylesine bir zihniyet yapımız var ki, körü körüne inanılan hususlar tartışmaya açılamıyor. Hemen deniyor ki: Bu kimin işine yarar, kime hizmet eder? Bazıları da diyor ki: Her doğru her yerde söylenmez, her şeyin zamanı var! Oysa bir asıl olarak hepimizin üzerinde uzlaşması gereken en temel ilkelerden birisi şu olmalıdır: \"Doğrular sadece hak mensuplarının işine yarar ve bir Müslüman daima hakikatin peşinde koşmalıdır ve ona talip olmalıdır.\" Yanlış temeller üzerine kurulan inançlar ve kutsallar da zaten Kur\'an\'ın kendilerini ortadan kaldırmak istediği batıllardır. Aynı zamanda içinde yaşadığımız bilgi çağında bilgi o kadar açık hale geldi ki, avam-havas ayrımının yapıldığı o eski çağlardaki bilgiyi tüm çıplaklığı ile sadece belli kesimlere/havasa açma mantığının hiçbir değeri kalmadı. Çünkü artık bilgi sadece bir “tık” ötenizde. Zamanı gelmemiş bilgi diye bir şey artık yok. Ayrıca içinden çıkılmaz hale gelen sorunlar ancak bu sorunları oluşturan kökenlere inilerek çözülebilir. Bu nedenle işin aslı, bu doğruların söylenmesi gereken yer de zaman da, tam şu içinde yaşadığımız mekan ve zamandır.
Yazdığım yazılara yapılan yorumlara cevap yazma âdetim olmadığı halde gerek burada, gerek sosyal paylaşım ortamlarında, ikili diyaloglarda, özellikle de özel olarak gönderilen mesajlarda ağır hakaretler içerecek şekilde yapılan yorumlar nedeniyle bir açıklama yapma zarureti hissediyorum. Bu yazının içeriğine, yazının tezini savunmak için kullandığım delillerin gerçekliğine yönelmek yerine şöyle bir mantıkla savunu yapılıyor: Bu yazı bizim işimize yaramaz, tersine İsrail ve ABD gibi İslam düşmanlarının işine yarar.
Bu savunu üzerinden yürüyenler asla yazının içeriğine ve kullandığı argümanlara ve meselenin doğru olup olmadığına yönelmiyorlar ve ısrarla; “Sen Yahudi ve Siyonistlere hizmet etmek için mi bu yazıyı yazdın?” mantığını içerecek şekilde içinde ağır hakaret kelimeleri bulunan mesajları özelime, daha hafiflerini de herkese açık ortamlara gönderiyorlar. Hatta yirmi bine yakın üyesi olan bir sosyal paylaşım grubunda “bu yazıyı protesto edin!” kampanyası bile başlatıldı.
Böylesi bir mantık tam da benim sürekli kendisiyle mücadele ettiğim, Müslümanların hakikate talip olamama ve asabiyet üzerinden yürüyen, tepkici tavırlarının bir göstergesini oluşturuyor. İşte özellikle bu tür davranış alışkanlıklarından kurtulamadığı için İslam Dünyası bir türlü silkinip kendisine gelemiyor.
Oysa hakikatin peşinde koşmak ve bulduğu hakikat acı da olsa buna talip olacak, bunu hiçbir şart öne sürmeksizin kabullenecek bir adalet mantığı, bizim asıl ihtiyacımız olan şeydir.
Yapılan bu savunun geri planında aslında şöyle bir zihinsel kod vardır: Gerçek eğer benim işime yarıyorsa ve düşmanımın aleyhine ise o benim kabul edeceğim bir gerçektir; tersine eğer gerçek benim aleyhime ve düşmanımın lehine ise o gerçeği ben gerçek olarak kabullenmem, o kocaman bir yalandır! Bunu başka bir şekilde ifade edelim: Benim işime yarayan ve düşmanımın aleyhine olan yalanlar benim gerçeğim olabilir; tersine benim aleyhime olan ve düşmanımın işine yarayan gerçekler benim kabullenebileceğim gerçekler olamaz, onlar sadece yalandır!
Böyle bir mantık doğru bir mantık mıdır? Hangi akıl bunu kabullenebilir? Bir Müslüman neyin hakikat neyin yalan olduğuna böyle bir mantıkla karar verebilir mi?
Aynı zamanda böyle bir mantık, sorunları asılları üzerinden ve tıpkı Kur\'an\'ın insanları çağırdığı gibi hakiki deliller üzerinden tartışmak yerine sonuçlar üzerinden veya körü körüne bir inanç asabiyeti üzerinden tartışmak anlamına gelmiyor mu?
Öylesine bir zihniyet yapımız var ki, körü körüne inanılan hususlar tartışmaya açılamıyor. Hemen deniyor ki: Bu kimin işine yarar, kime hizmet eder? Bazıları da diyor ki: Her doğru her yerde söylenmez, her şeyin zamanı var! Oysa bir asıl olarak hepimizin üzerinde uzlaşması gereken en temel ilkelerden birisi şu olmalıdır: \"Doğrular sadece hak mensuplarının işine yarar ve bir Müslüman daima hakikatin peşinde koşmalıdır ve ona talip olmalıdır.\" Yanlış temeller üzerine kurulan inançlar ve kutsallar da zaten Kur\'an\'ın kendilerini ortadan kaldırmak istediği batıllardır. Aynı zamanda içinde yaşadığımız bilgi çağında bilgi o kadar açık hale geldi ki, avam-havas ayrımının yapıldığı o eski çağlardaki bilgiyi tüm çıplaklığı ile sadece belli kesimlere/havasa açma mantığının hiçbir değeri kalmadı. Çünkü artık bilgi sadece bir “tık” ötenizde. Zamanı gelmemiş bilgi diye bir şey artık yok. Ayrıca içinden çıkılmaz hale gelen sorunlar ancak bu sorunları oluşturan kökenlere inilerek çözülebilir. Bu nedenle işin aslı, bu doğruların söylenmesi gereken yer de zaman da, tam şu içinde yaşadığımız mekan ve zamandır.
Yazıya karşı
işletilen mantık aslında tam da Yahudilerde bulunan bir mantıktır. Yahudiler
kendi aleyhlerine delil olur korkusuyla kendi kitaplarında var olan hakikatleri
Müslümanlara açıklamıyorlar, kendi aralarında konuşurlarken bu gerçekleri
açıklayan arkadaşlarını şiddetle uyarıyor ve diyorlardı ki: “Rabbinizin
kelamını size karşı koz olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size açıkladığı
şeyleri onlara haber veriyorsunuz?” (Esed meali 2/Bakara/76) O zaman
Yahudilerin hakikatlerin gün yüzüne çıkartılması konusunda Müslümanlara
gösterdikleri tavrı bugün aynı mantıkla Müslümanlar gösteriyor. İslamoğlu’nun
dediği gibi Müslümanlar Yahudileşme temayülü içindeler.
Meseleye bir de şu açıdan bakalım: Kutsallar üzerinden yürüyen işgaller, gözyaşı, acı ve bitmeyen savaşlar gerçekten kimin işine yaramaktadır? Acaba ABD, İsrail ve silah tröstleri Müslümanların yaşadığı topraklarda savaşların, karışıklıkların, iç kavgaların ve dinler ve mezhepler arası savaşların sürmesini mi yoksa bitmesini mi istemektedirler? İsrail ve ABD\'yi yöneten derin güçler için, sadece İslam Dinindekiler değil Hıristiyan ve Yahudi Dinindeki akıl dışı kutsalların, onların iktidarlarının sürmesinde ne kadar çok işe yaradığını düşündüğümüzde, kutsalcı düşüncelerin yapı bozumuna uğratılmasına sevinmekten çok üzülmezler mi? Bunları artık sorgulamanın zamanı geldi.
Son olarak ben bu tepkilerde şunu görüyorum; İslam Dünyasının samimi ve inançlı insanlarının refkleslerini hala güçlü bir şekilde, sorgulayıcı akletme değil, körü körüne inançlar belirliyor. Bu da bizim aslında en temel sorunlarımızdan birisi. Bu tip yazıları bu soruna dikkat çekmek için yazıyorum. Benim ricam lütfen meseleleri inanç asabiyetleri, körü körüne inançlar ve sonuçlar üzerinden değil; asıllar üzerinden delillerle ve burhani bir tarzla tartışalım. Böyle yaparsak belki o zaman gerçekten bizi meselelerimizi çözme kulvarına sokacak ciddi bir tartışma ortamı oluşturabiliriz.
Vesselam…
Meseleye bir de şu açıdan bakalım: Kutsallar üzerinden yürüyen işgaller, gözyaşı, acı ve bitmeyen savaşlar gerçekten kimin işine yaramaktadır? Acaba ABD, İsrail ve silah tröstleri Müslümanların yaşadığı topraklarda savaşların, karışıklıkların, iç kavgaların ve dinler ve mezhepler arası savaşların sürmesini mi yoksa bitmesini mi istemektedirler? İsrail ve ABD\'yi yöneten derin güçler için, sadece İslam Dinindekiler değil Hıristiyan ve Yahudi Dinindeki akıl dışı kutsalların, onların iktidarlarının sürmesinde ne kadar çok işe yaradığını düşündüğümüzde, kutsalcı düşüncelerin yapı bozumuna uğratılmasına sevinmekten çok üzülmezler mi? Bunları artık sorgulamanın zamanı geldi.
Son olarak ben bu tepkilerde şunu görüyorum; İslam Dünyasının samimi ve inançlı insanlarının refkleslerini hala güçlü bir şekilde, sorgulayıcı akletme değil, körü körüne inançlar belirliyor. Bu da bizim aslında en temel sorunlarımızdan birisi. Bu tip yazıları bu soruna dikkat çekmek için yazıyorum. Benim ricam lütfen meseleleri inanç asabiyetleri, körü körüne inançlar ve sonuçlar üzerinden değil; asıllar üzerinden delillerle ve burhani bir tarzla tartışalım. Böyle yaparsak belki o zaman gerçekten bizi meselelerimizi çözme kulvarına sokacak ciddi bir tartışma ortamı oluşturabiliriz.
Vesselam…