13 Eylül 2012 Perşembe



Kudüs Nasıl Kutsallaştırıldı?

 Hamdi TAYFUR/İSLAMİYORUM Sonbahar-2012

Kutsal şehir Kudüs!
Tarihin en eski şehirlerinden birisi… Binlerce yıllık bir geçmişe sahip…
Kudüs birçok medeniyet, din ve krallığa merkezlik yapmış; tarihteki önemi asla azalmamış ve değerini günümüze kadar taşımayı başarmış ender bölgelerden birisidir.
Bu şehrin asıl değeri siyasi ve stratejik bir bölge olmasının ötesinde, dinsel ve manevi anlamda taşıdığı özelliklerde ortaya çıkmaktadır. Siyasi, stratejik ve jeopolitik konumunun önemi tartışılamaz. Ama tarih boyunca burası konumundan çok dini ve manevi değeri ile ön planda oldu. Siyaseten buraya ihtiyaç duyanlar da dini sembolleri kullanarak bu şehri kontrolleri altında tutmaya çalıştılar.
Bronz çağının başlangıcında (yaklaşık MÖ 3000) Kenaniler bu şehri inşa ettiklerinde çok büyük bir tapınak yaptılar. İbrahimi gelenekten gelen peygamberlerden buraya ilk mabedi Süleyman Peygamber inşa etti. Seleflerinin güçlerini yitirmesiyle burayı işgal edenlerin ilk işleri, insanların hafızalarındaki bu manevi değeri silmek için, var olan mabedi yıkmak oldu. Onun yerine yeni mabetler inşa ettiler. Onlar gitti yerine gelenler eski mabetlerini hem fiziki olarak hem de manen yeniden diriltmek için uğraş verdiler. Tarih boyunca kimin yolu bu şehre düştü ise ve kimler bu şehrin hâkimiyetini ele geçirdiyse yaptıkları ilk işlerden birisi kendi dinlerine ait bir eseri bu şehre kazandırmak oldu. Bu yüzden üç büyük dinin -Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın- bu şehirde birçok eserleri ve manevi hatıraları bulunmaktadır. Pagan Romalılar bile Kudüs’ü işgal ettiklerinde buraya kendi dinlerine ait bir mabet inşa etmişlerdi. Bu yüzden Kudüs’ü, dünyanın muhtelif bölgelerinden farklı dinlere mensup birçok dindar insan hac amacıyla ziyaret etmektedir.
Şehrin bu manevi ve dini önemi ona verilen isimlerde de açığa çıkmaktadır. Onlarca ismi vardır bu şehrin. Şehrin ismi çoğunlukla bu şehirdeki mabedin ismiyle özdeşleştirilmiştir. Yaklaşık 5000 yıl önce burada kurulan ilk mabede en büyük Tanrı kabul edilen “SALEM”in adı verildi. Şehir Ulu Tanrı SALEM adıyla anılmaya başlandı. “Eski İbrani paralarında Yerushalayim olarak geçen isim, Aramice Yerushlem, Süryanice Urishlem ve Asurca Urusalim şekillerinde geçmektedir. Görüldüğü gibi Eski Ahit ve bu dönemin kaynaklarında şehrin ismi Salem, İbranice Şalim köküne dayanmaktadır ki, bugün o Yeruşalim olarak okunmaktadır. Ön ek olan Uri ve Yeru zaman zaman yer değiştirmektedir. İbranice Şalim Arapça Salem ile aynı kökten müştak olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir.”[1]
Grekler zamanında şehre verilen ismin kökündeki barış anlamı değişmedi. Onlar şehre Hierusalem, Hierosolyma ismini verdiler.[2] “Salem” ve “solyma” önceki isimlerindeki gibi “barış anlamına geliyordu. “hieru/hiero” ise “kutsal” demekti.[3] Önceleri “Salem” kökü ve türevleri “uri, uru, yeru, jeru” gibi, “ülke, şehir, yurt” anlamlarına gelen kelimelerle tamlanarak söylenirken, artık kelime “kutsal” anlamına gelen kelimelerle tamlanarak söylenmeye başlandı.
İsimlendirmede başlangıçtaki amacı tahmin etmek güç değildir. En büyük Tanrıya “Salem” yani “barış/esenlik” ismini veren Kenaniler, insanlığın o gün için en büyük problemi olan can, mal, nesil, inanç güvenliğini, Barış Tanrısı adına yaptıkları ve merkezine de büyük bir mabet inşa ettikleri bu şehirde sağlamayı amaçlamışlardı. İnsanlar bu harem bölgeye girdiklerinde kimsenin canına, malına, namusuna dokunmadan özgürce yaşayıp, inançlarının gereği olan ibadetlerini yerine getirebileceklerdi.
İlginçtir; adı “barış” olan bu şehir tarihi boyunca hep savaşların, işgallerin, ölümlerin ve zulümlerin üzerinden hiç eksik olmadığı bir bölge oldu. Bu şehrin bilinen 5000 yıllık tarihinin Süleyman Peygamber’in ve Osmanlıların hâkim olduğu küçük bir dönemi –toplam tarihinin yüzde onundan daha az bir süre- istisna tutarsak burası “barış yurdu” olmaktan çok “savaş yurdu” oldu.
Şehre verilen farklı isimler şunlardır: Jebus, Yebus, Hakikat Şehri, Oholiba, Sion ya da Zion, Davud Şehri, Ir Davud. Romalılar şehri işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak anılmaya başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu. Şehrin sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya “İlya” veya “Medinetü Beyti’l Mukaddes”diyorlardı. Pratik kullanım ise “İlya” veya “Beytül Makdis” şeklindeydi.[4] İlk dönem kaynaklarında Arapçada bu isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’s-Selam, Medinetü’s-Selam ve Karyetü’s-Selam, Mescid-i Aksa isimleri de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir artık daha çok Al-Kuds veya el-Kudsu’ş-Şerif isimleriyle anılmaya başlanmıştır.[5] İsmin pratikteki kullanımı ise “Kudüs” şeklindedir.
Şehrin ismi üzerine yaptığımız bu kısa yolculuk bize gösteriyor ki başlangıçta “Salem” yani “barış” adıyla anılan şehir bir-iki kelimenin birbirini tamlamasıyla uzun süre kullanıldıktan sonra barış/salem kısmı kaybolmuş ve günümüzde artık sadece kutsal anlamına gelen “Kudüs” ismiyle anılır olmuştur.
Başlangıçtaki amaç Barış Tanrısı adına barışı egemen kılmaktı. Ama egemenler Tanrı’nın adını ve kutsalı araçsallaştırdılar. Kutsal, zalim egemenlerin silahına dönüştü. Barış gelmedi. Esenlik bir hayale dönüştü. Dinler ve kutsallar adına yüzyıllarca bitmeyen acı yüklü savaşlar yapıldı. Canlar kutsallar adına feda edildi. Barışın, selamın, esenliğin adı unutuldu. Kutsalın adı zirveye taşındı. “Salem” “Kudüs” oldu.
Günümüzde de aynı yerde kutsallar adına kutsal savaşlar yürütülmeye devam ediliyor. Bir tarafta Yahudiler vadedilmiş topraklarına –Sion/Zion’a- hâkim olmanın çılgınlığı ile kendilerine en büyük tehdit olan Filistinli Müslümanlara yaşama hakkı vermiyorlar. Karşılarında yer alan Filistinli Müslümanlar da burayı kendi kutsal toprakları olarak görüyorlar. Filistinli İslami örgütler kuruluş bildirgelerine “Filistin’in herhangi bir parçasını suiistimal etmek direkt olarak dinin bir kısmıyla çelişir. İslami Direniş Hareketi’nin milliyetçiliği onun dininin bir parçasıdır. Hareket’in üyeleri bundan beslenmektedir”[6] şeklinde maddeler koyarak davalarını kutsal ve dini bir dava halinde ifade etmektedirler.
Her iki tarafın da kutsalı ortak… 
Yani Kudüs…
Herkes aynı kutsala egemen olmanın kavgası içinde…
Kavganın görünen iki tarafı Filistinli Müslümanlar ve Yahudiler iken, dünyanın ve bölgenin Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Şii, Sünni tüm büyük aktörleri bir şekilde bu kavganın içinde yer alıyor. Kutsal, bir araç olmuş ve her aktör bu araç üzerinden egemenlik savaşını yürütmenin kavgasını veriyor.
Taraflar kutsal üzerinden yürüttükleri tavizsiz iddialarını sürdürdükleri sürece bu topraklara ve genel olarak dünyaya barışın gelmesi boş bir hayal gibi görünüyor. Oysa taraflar kutsallarından vazgeçerek veya kutsallarından taviz vererek, söz konusu toprakları yeniden birlikte ve eşit olarak yaşadıkları barış yurduna yani Darüsselam’a/Yeruşalim’e/Jeruşalem’e dönüştürebilirler. “Kudüs” yeniden “Salem” olabilir.
Sorunun çözümü biraz da kutsalların ürediği tarihi arka planı açığa çıkarmaktan geçmektedir. Her din kendi adına kendi kutsalının hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığını ve değerini sorgulamalı ve yeniden yoruma tabi tutmalıdır. Çünkü kutsal olan şeyler barışa, iyiliğe, adalete hizmet ettiği sürece değerlidir. Ama kutsallar iyilik yerine kötülük, adalet yerine zulüm üretiyorsa ve farklı inanç ve düşüncelere mensup insanların barış içinde bir arada yaşamaları yerine çatışmalarına ve birbirlerini katletmelerine ve egemenlerin bu kutsallar üzerinden otoritelerini sürdürmelerine yol açıyorsa, o kutsalların değerini sorgulamanın zamanı gelmiş demektir.
Bu nedenle burada diğer dinlerin değerlendirmelerini kendilerine bırakmak şartıyla, kısaca İslam tarihinde Kudüs’ün dinsel ve kutsal değerinin oluşumu/oluşturulması ve bunun nasıl siyasi amaçlara hizmet ettiği üzerine bir değerlendirme yaparak yazıyı sonlandıracağız.
İslam Tarihinin İlk Dönemlerinde Kudüs
Ömer döneminde fethedilen Filistin ve Kudüs bir süre Müslümanların ilgisinin dışında kaldı. Ömer buranın halkıyla bir antlaşma imzaladı. Onları dinlerinde ve ibadetlerinde özgür bıraktı. Kısa bir süre önce Romalıları yenen Sasaniler burayı işgal edip Kutsal Haç’a el koymuş ve Kudüs’ü harabeye çevirmişti. İslam ordularının işgalinden önce Romalılar Sasanileri tekrar mağlup edip Kutsal Haçı geri aldılar, ama şehir hala virane haldeydi. Şehrin bu viraneliği sadece Sasanilerin işgaliyle olan bir durum değildi kuşkusuz. MS. 70. yılda Titus katliamında buradaki mabed zaten yerle bir edilmişti. Bu yer de Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de bu halde bulunuyordu.[7] Kaynaklar bize Ömer’in Süleyman Peygamber’in hemen hemen yıkılmış mescidinin bulunduğu yeri temizletip, duvarları kalmış ve kullanılmayan bir alanın üzerini kalaslarla kapatarak oradaki orduların namaz ihtiyacı için 3000 kişilik bir mescit yaptığını söyler. Ancak Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere dokunmamış ve buralara el koymamıştır. Hatta Ömer’in kendisinden sonra âdet olur da mescide çevrilir endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette namaz kılmaktan imtina ettiği rivayet edilmiştir.
O günlere ait az sayıdaki orijinal belgede Mescid-i Aksa ismi hiç geçmemektedir. Fetihten sonra Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair en eski bilgi ise yaklaşık 50 yıl sonrasına aittir. Bu da bir Hıristiyan gezgine aittir. Bu haberde de oradaki bir kilisenin bir bölümünde namaz kıldıklarından bahsedilmektedir.[8] Buranın tam yeri belli değildir.
Peygamber’den rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa olarak değil, Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa geçse bile bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı oldukça açıktır. Miraca ilişkin çok sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül Makdis olarak isimlendirilmektedir.[9]
Kudüs İslam’ın ilk kıblesi olduğu halde Müslümanların oldukça uzun bir süre burası hakkında aldırmaz bir tutum içinde olmalarının sebebi ne olabilir? Ne Ömer’in fetihten sonra Peygamber’in üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen “Hacer-i Muallak” taşını aratma, ne de Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit edip burayı tamir ya da inşa etme çabası içine girdiğine dair bir rivayet vardır.[10] Üstelik Kur’an’da İsra Suresi’nde bu mescitten bahsedilmektedir.
Bu sorunun tek bir cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının Mescid-i Aksa olduğuna, Peygamber’in Kur’an’da bahsedilen isra yani geceleyin yürütülmesi hadisesinin Kudüs’e doğru mucizevî bir şekilde yapıldığına ve “Hacer-i Muallak”ın üzerinden miraca çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Eğer olsaydı böylesine önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal Hacer-i Muallak’ın yerinin tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’an’da geçen mescit olduğunun ilan edilmesi olurdu. Ama öyle olmamıştır.
Bu durum öncelikle Kudüs’ün ilk kıble oluşunun o dönemdeki Müslümanlar nezdinde ne kadar az bir öneme sahip olduğunu gösterir. Bu önemsiz görme aynı zamanda Yahudiliği önemsiz görmenin de bir parçası olmalıydı. Kudüs’e ilk kıblemiz diye sahip çıkmak Yahudiliği Müslümanlar nezdinde tekrar önemli hale getirmek anlamını içermekteydi.
Peygamber’in Medine’ye hicretinin ilk yıllarına kadar Ehl-i Kitab’la ilişkisine çok önem verdiği bilinen bir husustur. Hatta Peygamber kendisinin gönderilmiş ve haberi Ehl-i Kitab’ın kaynaklarında geçen peygamber olduğunun ispatını biraz da Ehl-i Kitab’ın kendisini onaylamasında buluyordu. Ehl-i Kitab’ın kaynaklarında “Ahmet” sıfatıyla tanıtılan peygamberin kendisi olduğunu söylüyor ve Medine’deki ve çevresinden gelen Ehl-i Kitap dinlerine mensup din adamlarının onun peygamberliğini onaylamaya davet ediyordu. Böyle bir onay, Ehl-i Kitap mensuplarınca resmi olarak ilan edilseydi, Peygamber davetini kısa sürede yaymak için çok büyük bir imkâna kavuşacaktı. Bu nedenle Peygamber Yahudi şeriatının ve ibadetlerinin bir kısmını uygulamaktan çekinmedi. Örneğin Kudüs’e doğru namaz kıldı. Onlar gibi Muharrem ayının ilk on günü oruç tuttu, onların şeriatlarına göre hükümler verdi vs.
Ama bu strateji çok işe yaramadı. Yahudiler Peygamber’e ihanet ettiler. Verdikleri sözleri tutmadılar, anlaşmaları ihlal ettiler. Peygamber de Yahudilere karşı stratejisini değiştirdi. Yönünü/kıblesini Kudüs’ten Mekke’ye çevirdi. Allah da onun isteğine uygun ayetler indirdi. Medine’de güçlendikçe oradaki Yahudi kabileleriyle teker teker hesaplaştı. Kimini sürdü ve mallarına el koydu, kimini de toptan ölüme mahkûm etti. Sonunda Ömer’in halifeliği zamanında Hayber’deki Yahudiler de sürgüne gönderilerek Arap Yarımadası Yahudilerden tamamıyla arındırıldı. Artık Müslümanların Yahudilerden tamamen farklı bir şeriatları ve ibadet sistemleri vardı. Kıbleleri de Mekke idi. Kudüs fethedildiğinde zihinlerdeki bu hatıralar capcanlıyken bir süre Kudüs’ün kıble olmasından yola çıkarak buraya önem vermek herhalde o günkü Müslümanlardan beklenen bir tavır olmazdı. Üstelik İslam ordularının fetihleriyle yeni yerlere ulaşan Müslümanlar orada karşılaştıkları Ehl-i Kitap mensuplarıyla kendilerini peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yeni bir tartışmanın içinde buldular. Buna rağmen kıble meselesi üzerinden Kudüs’ün değerini yükseltmek kendileriyle tartışan Yahudilere prim vermek anlamına gelirdi.
Mescid-i Aksa Neresi?
Durum böyle ise, Kur’an’da bahsi geçen İsra hadisesinin aslı nedir? Kur’an’da bahsedilen Mescid-i Aksa neresidir? Kur’an’da geçmediği halde çok sayıda hadiste yer alan Miraç hadisesinin aslı nedir? Bu sorulara kısaca cevap verdikten sonra Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın İslam tarihinde Kur’an’da adı geçen Mescid-i Aksa ile nasıl aynileştirildiğini ortaya koyacağız.
Mescid-i Aksa’nın neresi olduğuna dair ilk kaynaklardan “Megazi”de Vakidi şu bilgileri vermektedir:
“Hz. Peygamber’in Mekke civarındaki Cirane’ye Zil-Ka’de’nin son beş gününde, perşembe günü gelip orada on üç gece kaldıktan sonra, karşı yakada bulunan Mescid-i Aksa’ya (Uzak Mescit) geçmiş orada ihrama girmiştir. Mescid-i Edna (Yakın Mescit) adını taşıyan mescidi ise, Kureyşli bir adam yapmıştır; Resulullah, Cirane vadisini ihramsız geçmemiştir.”
Ezraki mescit listelerini “Ahbaru Mekke”de verirken şunları söyler:
“Mücahid’le birlikte Cirane’de vadinin arka tarafından ihrama girmiş olan Muhammed ibn Tarık, Hz. Peygamber’in de buradan ihrama girdiğini söylemiş ve demiştir ki: ‘Ben Cirane’de birlikte ihrama girdiğim Mücahid bana dedi ki: Mescid-i Aksa, vadinin öte yakasında, Peygamber’in namaz kıldığı yerdir. Bu Mescid-i Edna(yakın Mescid) ise Kureyşli bir adamın bir duvar çevirerek yaptığı namazgâhtır.”
“Bu ifadelerden ortaya çıkıyor ki: Hz. Peygamber ve Müslümanlar Mekke döneminde yasaklı yıllarda gizlice ibadet edebilmek için dağ başlarına, vadilere gizlice ibadet etmeye gidiyorlardı. Bazen de uzaklaşıp uzun süre gelmiyorlardı. Bu dönemde değişik yerlerde namaz kılmayı adet haline getirdikleri mescit yerleri oluşmuştu. İşte bu mescitlerden en uzakta bulunanına da “en uzak mescit” anlamında Mescid-i Aksa denildi. Sahabeler uzaklaşarak namaz kıldıkları bu mescitlerin çoğu hicretten sonra ihtiyaç kalmadığı için terk edildi. Mescid-i Aksa da bu şekilde terk edilip ancak teberrüken ziyaret edildi. İşte Hz. Peygamber, H. 8 yılda Mekke’ye 8 km uzaktaki bu yerde ihrama girdi.
İsra olayı da Kur’an’ın nekre bir ifade ile belirttiği şekilde ne zaman olduğu belli olmayan ve Mekke dönemi yıllarında bir gece Mescid-i Haram’dan Cirane’deki Mescid-i Aksa’ya götürülmesi olayıdır. “Götürme” tabiri Kur’an’da zaman zaman kullanılan, işlerin Allah’a izafesi anlamında Kur’an’ın benimsediği bir üsluptur. Nitekim buna benzer bir ifade, Hz. Peygamber’in Bedir Savaşı’na çıkması ile irtibatlı olarak kullanılmıştır: “Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı.” (8/5)
Sonuç olarak Hz. Peygamber’in bir gece Mekke’den çıkıp 8 km uzaktaki Mescid-i Aksa adı verdikleri mescide gitmesi olayı mucizevî rivayetlerle bezenerek abartılı anlatımlara dönüştürüldü ve esasen birbirinden ayrı olan Miraç olayı ile birleştirildi.”[11]
Azimli’den aynen alıntıladığımız bu ifadeler Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Beytül Makdis veya günümüzde Mescid-i Aksa olarak ifade edilen mescit olmadığını ve Peygamber’in mucizevî bir tarzda götürülmediğini kendi ayakları ile 8 km veya 8 millik bir mesafeyi yürüyerek Mekke civarında ismi Mescid-i Aksa olan bir mescide gittiğini göstermektedir. İsra suresindeki ilk ayetler de buna işaret etmektedir.
Miraç Hadisesi
Asıl konumuz Miraç hadisesinin aslını araştırmak olmadığı için ayrıntılara girmeden ve bu konuda rivayet edilen hadisleri aktarmadan kısaca bazı tespitler yapacağız. Miraçla ilgili hadislerin tamamı uydurmadır. Çünkü bu hadisler Kur’an ayetleriyle çeliştiği gibi Peygamber’in davet metoduyla da uyuşmamaktadır. Müşrikler Peygamber’den şu tarzda taleplerde bulunmuşlardır:
“Nitekim diyorlar ki, “Bize, yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından çağıl çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine inanmayız. De ki onlara: “Bütün, bunlara muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan Rabbimdir; ben ölümlü bir elçiden başka bir şey değilim.” (17/90-93)
Diğer ifadeleri bir kenara bırakalım müşriklerin “Allah ve meleklerle yüz yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun tarafından ayetle reddedilmiş ve bunun Allah dilemedikçe mümkün olmadığı söylenmiştir. Aynı Peygamber aynı surenin (İsra Suresi) başlarında yer alan isra (güya geceleyin Mekke’den Kudüs’teki mescide yürütülme) ve oradan da miraca çıkma hadisesini açıklamış olmaktadır. Aynı sûrede sûrenin başında bir mucize açıklanıyor ve sûrenin ilerleyen ayetlerinde müşrikler bu mucizeyi sanki daha önce hiç olmamış gibi talep ediyorlar ve Peygamber de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu büyük bir çelişki değil midir? Eğer İsra’yı Kudüs’e yürütülme olarak anlarsak ve miraçla ilgili hadisleri gerçek kabul edersek, Kur’an kendisiyle çelişmiş olacaktır! Bu mümkün olmadığına göre İsra hadisesini yukarıdaki alıntılarda ifadelendirildiği şekilde onaylamak ve Miraç’la ilgili hadislerin uydurma olduğunu kabul etmekten başka bir çıkar yol kalmamaktadır.
Diğer bir açıdan Peygamber tüm daveti boyunca açıklama ve akla hitap etme yöntemini kullanmıştır. Peygamber’in davet yönteminde mucizelere başvurma yöntemi yoktur. Yukarda naklettiğimiz ayet ve bunun gibi bir dizi ayet de bunu göstermektedir. Peygamber müşriklerin mucize taleplerini geri çevirmiştir. Çünkü mucize bile olsa onlar iman edecek değildiler. Bu nedenle Peygamber’e dönük tüm mucize hikâyeleri birer uydurmadır. İçinde onlarca olağan dışı anlatımın yer aldığı Miraç hadisesi ise resmen bir mucizeler geçididir. Bunun Peygamber’in davetinde ne işe yarayacağını veya -farzı muhal olduğunu kabul edelim- ona ne kazandıracağını bir sorgulayalım. Cevabın bir hiç olacağı çok açıktır. Çünkü mucize olarak sunulan hadise insanların gözü önünde cereyan etmemiştir. İnsanların gözleriyle tanık olmadıkları bir mucizenin inkâr etmekte ısrarcı olan müşriklere ne faydası olacaktı? Sadece Peygamber’in görüp, Peygamber’in tecrübe ettiği bir mucizeye mucize denebilir mi? O zaman Peygamber’in davetine bunun faydası nedir, bunun cevabının verilmesi gerekir.
Miraç konusundaki yoğun hadis bombardımanı karşısında bazı düşünür ve âlimler de farklı rivayetlere sığınarak Mirac’ın Peygamber’in bedenen yaşadığı bir hâdise olmadığını, gördüğü bir rüya veya manen geçirdiği bir tecrübe olabileceğini söylemektedirler. Oysa bunu kabul ettiğimizde onlar yukarıda sûre içinde ayetlerin birbirini nakzetmesi veya çelişki ortaya çıkması hadisesi ile Mirac’a ilişkin rivayetlerdeki çok sayıdaki çelişkiyi, Kur’an’la çelişen yönleri ve davetin yöntemiyle uyumsuzluğunu da onaylamış olmaktadırlar. Biz Peygamber’in bazı manevi tecrübeler geçirdiğini biliyoruz. Ama tüm bu tecrübeler sübjektiftir. Sadece Peygamber’in kendisini ilgilendirir. Bizi bağlamaz. Bize bir sorumluluk yüklemez. Risaletin ilk yıllarında bu tarz tecrübelerin vuku bulduğu ayetlerle sabit olmasına rağmen, bu tecrübelerin mahiyetini Peygamber en yakınlarına dahi tam olarak açıklamamıştır. Bu konuda birbiriyle çelişen rivayetlerden bunu çıkartmak mümkündür. Üstelik bunun Peygamber’in davetiyle hiçbir ilişkisi de yoktur. Oysa Miraç’a ilişkin hadislerle resmen büyük bir külliyat oluşturulmuştur. Çok sayıda hadisle karşı karşıyayız ve daha da önemlisi Peygamber güya bunu Mekkeli müşriklere karşı kullanmaya çalışmıştır. Bunlar kabul edilmesi zor iddialardır.
Miraç’la ilgili hadislerde yer alan çelişkilerden bazı örnekler verdikten sonra bu hadislerin uydurulmasına neden gerek duyulduğunu ve bu mitolojilerin kaynağının ne olduğunu açıklayacağız.
1- İsra ve Miraç’a ilişkin hadislerdeki en büyük çelişki yarım asırdan daha fazla süre sonra inşa edilecek olan bir mescide bu yolculuğun nasıl yapıldığına ilişkindir. Çünkü Miraç olayı gerçekleşirken Kudüs’te bu isimde bir mescit henüz mevcut değildi. Bazıları bu çelişkiyi gidermek için Mescid-i Aksa’nın Kudüs’e inşa edilecek mescit değil semavi bir mescit olduğunu iddia etmiştir. Bazıları ise bu mescidin ileride inşa edileceğinin Kur’an’da mucizevî bir şekilde haber verildiğini söylemiştir. Yani bir durum kurtarılmaya çalışılırken yeni mucizeler icat edilmiştir. İşin ilginci gelen rivayetlere göre Peygamber müşriklerin mescit hakkında sorduğu her soruya cevap vermiştir. Hatta pencerelerin sayısına kadar bu soruları cevaplandırmıştır. Oysa hepsi tüccar olan ve o bölgelere ticaret için sürekli yolculuk yapan müşriklerden hiç birisi “Orası bir viranelik ve çöplük, orada mescit yok, mescit olmayan bir yerdeki hangi mescide gittin?” diye sormayı akıl edememiştir! Bu da bir mucize olsa gerek!
2- Medine’de indiği kesin olan bazı ayetlerin Miraç sırasında indiği rivayet edilmiştir. Oysa Miraç hadisesinin hicretten önce olduğu rivayet edilmektedir.
3- Bu hadislerde Peygamber’in Miraç’a yatsı namazından sonra çıktığı rivayet edilmiştir. Oysa bu rivayetler bize beş vakit namazın Miraç esnasında farz kılındığını söylemektedir. Öyleyse Peygamber farz olmayan yatsı namazını nereden bilip de kılmıştır?
4- Beş vakit namazın farz kılınmasına dair hikâye ise tam anlamıyla bir komedidir. Sanki Allah kulları için neyin ağır gelip neyin kolay geleceğini bilmiyormuş gibi her inişte Musa, Peygamber’i uyarmış o da geri dönerek namaz vakitlerinden iskonto istemiştir. Yani Musa Allah’tan daha iyi bilmektedir!
5- Miraç hadisesi Allah’ın mekândan ve zamandan münezzeh olduğu, her yerde hazır ve insana yakın olduğu, gözlerin asla onu göremeyeceği gibi Kur’an tarafından da ifade edilen hakikatlere ters düşmektedir. Hamidullah’ın ifadesiyle şayet Allah’ın bizimle ve bize çok yakın olmadığı ve O’nun gökyüzündeki Arş’ı üzerinde aramak gerektiği öne sürülürse, bu anlayış Allah’ın Arş’tan, Arş’ın göklerden, göklerin de bu kâinattan daha küçük olduğu anlamına gelir.[12] Peygamber’in Sidretül Münteha’da Allah’ın cemalini keyfiyetsiz, kemiyetsiz, mâniasız ve perdesiz bir şekilde gördüğü iddia edilmektedir. Allah’ın göklerde olmasının bir tür yükseklik anlamına gelmesi de o günün kozmoloji anlayışına uygun bir anlayıştır. Oysa Kudüs’te ayakta duran bir insan için yükseklik ve üst anlamına gelen gökyüzü, dünyanın tam tersi yönde duran bir insan için yükseklik ve üst değil, alçaklık ve alt anlamına gelmektedir. O zaman Allah yüksekte mi aşağı da mı olmaktadır?
6- Miraç esnasında Muhammed hariç tüm peygamberler ölü olduğu halde, hadislerde göğün değişik katmanlarında yaşıyor olarak gösterilmektedir.
Biz sadece hadislerde göze çarpan açık çelişkilerden bazı örnekler seçtik. Hadislerde çok daha fazla çelişkilere ve Kur’an’ın mesajı ve dinin temel inançlarıyla çelişen olaylar mevcuttur.
Miraç hadisesinin iç yüzü böyle olduğuna ve tamamen uydurma hadislere dayandığı oldukça açık olduğuna göre şu soruyu sormamız gerekiyor: Bu hadislerin uydurulmasına neden gerek duyulmuştur ve bu hadisler uydurulurken hangi kaynaklardan ilham alınmıştır?
Bu soruların cevabı oldukça açıktır. İslam ordularının yaptığı fetihlerde kısa sürede çok geniş bir dünyaya yayılan Müslümanlar buralarda farklı kültürlerle yüz yüze geldiler. Aynı zamanda yeni bölgelerden insanlar hızla İslam’a intisap etti. Eski kültürlerinde ve dinlerinde mevcut olan anlayış, düşünce, problem ve anlatılarını yeni dinlerine uyarlamaya çalıştılar. Beraberinde yeni tartışmalar da ortaya çıktı. Peygamber sağken ve İslam’ın ilk yayılışında karşılaşılmayan yeni sorular sorulmaya ve dine farklı saldırılar yapılmaya başlandı. En büyük tartışmalardan birisi Ehl-i Kitab’la Müslümanlar arasında peygamberlerin üstünlüğü üzerinden yapılıyordu. Hıristiyanlar İsa’nın en üstün peygamber olduğunu savunurken, Yahudiler Musa’nın en büyük peygamber olduğunu iddia ediyorlardı. Çünkü İsa Allah’a yükselmiş, Musa ise Allah’la konuşmuştu. İslam’a yeni giren ve eski dinlerine ait mitolojiler zihinlerinde hâlâ canlı olarak duran mevaliye mensup Müslümanlar iyi niyetle veya kasıtlı olarak, Muhammed’in tüm peygamberlerden üstün olduğunu ispat etmek için eski mitolojik anlatıları Muhammed Peygamber için uyarlayıp bunları hadis diye rivayet etmiş olmalılar.
Özellikle Mecusiliğe ait bazı efsaneler Miraç hadisesine çok benzemektedir. Hicretten 400 yıl önce yazılan “Arta Viraf Namak” adlı Farsça bir kitapta Arta Viraf’ın göğe yükselişi anlatılmaktadır. Arta Viraf’ın Saroş adlı bir meleğin eşliğinde yaptığı gökyüzü yolculuğu Tanrı Ormazd’ın huzuruna varıncaya kadar çeşitli katmanlara uğrayarak sürer. Burada Arta Viraf Ormazd ile sohbet eder. Bazı öğütler alarak geri döner. Arapçalaştırılan ve İslam’ın kavramlarına uyarlanan kısımları dikkate almazsak Miraç hadisesi ile Arta Viraf’ın gökyüzüne çıkışı hemen hemen aynıdır. Mecusilikten İslam’a geçen bazı yeni Müslümanlar veya onlardan bu tür mitolojileri öğrenmiş olan bazı Müslümanlar Ehl-i Kitab’a karşı Muhammed Peygamber’in üstünlüğünü ortaya koyabilmek için Zerdüşt dinindeki bu mitolojiyi Miraç’a dönüştürmüş olmalılar. Böylece İsa öldükten sonra göğe yükseltilmişken Muhammed Peygamber hayattayken göğe yükselmiş ve üstelik İsa gibi gökte kalmamış geri de dönmüştür. Musa gibi sadece Allah’la konuşmakla kalmamış bir de O’nun cemalini temaşa etmiştir. Böylece Muhammed’in hem İsa’dan hem de Musa’dan daha üstün olduğu ispat edilmiş olmaktadır!
İsra Suresi’nde bahsedilen Mescid-i Aksa’nın gerçek yeri ve İsra ile Miraç hadisesinin aslını böylece ortaya koyduktan sonra şimdi bu yalanların ve mitolojik hadislerin kullanılarak Kudüs’ün İslam tarihinde kutsal bir şehir haline getirilişinin geri planındaki siyasi amaçları açıklayabiliriz.
İslam Tarihinde Kudüs’ün Kutsallaştırılmasının Ardındaki 
Siyasi Maksatlar
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Kudüs’ün fethinden sonra Müslümanlar uzun bir süre buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır. Fetihten yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra buradaki yapı Mescid-i Aksa olarak algılanmaya başladı. Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet edilen taşın üzerine (Hacerül Muallak) Kubbetüs Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi. Eğer söz konusu bölgede bir mescit vardıysa bu mescit yeniden görkemli bir şekilde inşa edilerek buna Mescid-i Aksa ismi verildi. Böyle bir mescidi ilk yapanın Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan olduğu kaynaklarda geçmektedir. Mescidin ilk defa I.Velid zamanında yapıldığına dair zayıf bir rivayet bulunsa da çoğunluk görüş mescidi ilk defa yapıp ona Mescid-i Aksa ismini verenin Abdülmelik bin Mervan olduğu doğrultusundadır. Mescidin muhtelif zamanlarda tadilattan geçtiğini düşünürsek Hıristiyan bir kaynaktan gelen I.Velid rivayetinin bu tür bir tadilatla ilişkisi olması muhtemeldir.
O güne kadar hiçbir bahsi yokken Abdülmelik bin Mervan zamanında hem Kubbetüs Sahra’nın yapılması, hem de mescidin görkemli bir şekilde inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir.
“Hicaz’daki Mekke ve Medine gibi iki kutsal şehri ve buralardaki mescitleri elinde bulundurup Şam’daki Emevi halifeliğine karşı mücadele eden sahabeden Abdullah b. Zübeyr’e karşı Emevi halifesi Abdülmelik, kendi bölgesindeki insanların hac için gittikleri Mekke’de siyasi rakibi tarafına geçmelerinden endişe ederek bir diğer kutsal yer olarak Kudüs’ün öne çıkarılmasını sağlamıştır. Bunun için oradaki kilisenin yerine Mescid-i Aksa’yı inşa etmiş, böylece hac merkezini değiştirmeye gayret ederek hatta bir müddet burada tavaf yapılmasını sağlamıştır.”[13] Bu amacını gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. Hatta Kudüs’ün kutsiyetini ve önemini artırmak için; “(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyade sevab umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın eklendiği kuvvetle muhtemeldir. Buhari’de geçen bu hadisin ravisi olan Kazae b. Haruş, rivayette verilen senette geçtiğine göre, Emevilerin Kufe valisi Ziyad b. Ebih’in kölesidir.
İbni Kesir’in tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır:
“Bu senede Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine bina yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya başladı. Bu onarım işi hicretin yetmiş üçüncü senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi: Abdullah b. Zübeyr, Mekke’yi istila ettiği zaman Mina ve arefe günlerinde insanların Mekke’de ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor, hutbesinde Abdülmelik’in aleyhinde konuşuyor ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp şöyle diyordu: Peygamber (s.a.v.), Hakem’e (Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti. Peygamber onu kovdu ve lanetledi.
Abdullah b. Zübeyr, insanları kendisine bey’ata davet ediyor, çok fasih konuşuyordu. Şamlıların büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik, bunu duyunca insanları hacdan menetti. Hacca gitmelerine müsaade etmeyince insanlar ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu sayede insanları hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Bayram gününde orada kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı…
Abdülmelik, Beyti Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda para ve işçi gönderdi. Onarım işini de Reca b. Hayve ile Yezid b. Selam adındaki azatlısına tevdi etti. Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları toplayıp Beyti Makdis’e gönderdi. Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Reca b. Hayve ile Yezid’e, bu iş için tereddütsüz olarak bol masraf yapmalarını emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar. Kubbeyi inşa ettiler, çok güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli mermerlerle döşediler. Kubbenin üzerine de biri kış mevsimine mahsus olmak üzere kırmızı maden filizinden, diğeri de yaz mevsimine mahsus olmak üzere deriden iki örtü yaptılar. Kubbeyi çeşitli perdelerle çevrelediler. Oraya hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller, altın ve gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Miskle kaplı, ay parçasını andıran dallarla süslediler. Mescidi ve kayanın üzerine yapılan kubbenin üstüne renkli sergiler serdiler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular. İnsanlar böylece büyük bir fitneye düştüler. Her taraftan insanlar Mescid-i Aksa’ya geldiler.
Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahretteki manzaraları andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz şudur ki Beyti Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok şeyleri taktılar.”
Bu alıntı olayı o kadar net ortaya koymaktadır ki, hiçbir yorum ve açıklamaya gerek kalmamaktadır. Emevi halifesi Abdülmelik’in siyasi amaçları uğuruna Kur’an’daki bir ayet ve uydurulmuş birçok hadisi kullanılarak –belki de bazı hadisler uydurtarak- Kudüs kutsallaştırılmış ve burada inşa edilen mescide Kur’an’da geçen bir mescit ismi verilerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Bu ise Abdülmelik’in iktidarını meşrulaştırmak veya en azından Emevî saltanatının devamını sağlamak için kullanılmıştır.
İşin günümüzle ilgili boyutuna tekrar dönelim. Aynı topraklarda hem Yahudiler, hem de Filistinli Müslümanlar Kudüs topraklarının ve orada mevcut olan mabetlerinin kutsallığından yola çıkarak onlarca yıldır savaş hali içinde yaşamaya çalışmaktadırlar. İsrail’in buradaki zulmünü ve Filistinlilere uyguladığı şiddetli baskıları inkâr etmiyoruz. İsrail bu konuda son derece haksızdır ve Filistinli Müslümanlar kendilerine uygulanan İsrail baskısı ve zulmüne karşı çıkmakta son derece haklıdır. Ama davalarını dayandırdıkları nokta itibariyle her iki taraf da haksızdır ve her iki tarafın kutsallar üzerinden yürüttükleri bu dava işi çıkmaza sürmektedir. Filistinlilerin burada gördükleri zulmün, Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Çeçenistan’da veya dünyanın başka bir bölgesindeki Müslüman veya başka bir dine mensup bir insanın çektiği zulümden veya gördüğü baskıdan bir farkı yoktur. Hem Filistin’de hem de dünyanın her bir yerinde insanlar o topraklar üzerinde yaşadıkları için değil, bir zulme maruz kaldıkları ve atalarından devraldıkları o topraklarda özgürce yaşama hakkına sahip oldukları için haklıdırlar. Yoksa yeryüzündeki hiçbir toprak kutsal değildir. Eğer bir kutsallık verilecekse yeryüzünün her karış toprağını kutsal ilan etmek gerekir. Binlerce yıldan beri olduğu gibi bugün de Kudüs ve Filistin topraklarında Müslümanların da Yahudilerin de yaşama hakkı vardır. Doğruluğu ve yanlışlığı bir tarafa herkes kendi dinine ait hatıraları o bölgede canlı tutabilir, kendi kutsal yerlerine sahip çıkabilir ve bunun için orta yollar bulunabilir. Bir arada yaşamanın ve herkesin kendi kutsal tecrübelerini burada yâd etmesinin önü açılabilir. Ama bunun yolu kutsalları savaş ve siyasi amaçlara alet etmekten geçmemektedir. Kutsalların zannedildiği gibi kutsal olmadığının anlaşılması, bunların tarihte siyasi veya farklı amaçlarla üretilen/uydurulan mitlerden ibaret olduğunun hakkının teslim edilmesi bu anlamsız kavga, savaş ve zulümlere son verebilir.

  


[1] Muammer Gül, Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11 sayı:2 
[2] Muammer Gül, agm
[3] TDV İslam Ansiklopedisi, “Kudüs” maddesi. 
[4] Muammer Gül, agm
[5] Muammer Gül, agm
[6] http://habermerkezi.wordpress.com/2009/01/05/dilin-dini-ve-hamas%E2%80%99in-kurulus-bildirgesi 
[7] Mustafa İslamoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, İsra suresi 5 no.lu dipnot 
[8] TDV İslam Ansiklopedisi, Mescid-i Aksa maddesi 
[9] Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.145 
[10]      Mehmet Azimli, age. s.148-149 
[11]      Mehmet Azimli, age, s.154-155 
[12]      Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, 260 
[13]      Mehmet Azimli, age. s.150

ZORUNLU BİR AÇIKLAMA-1 / Hamdi Tayfur
Yazdığım yazılara yapılan yorumlara cevap yazma âdetim olmadığı halde gerek burada, gerek sosyal paylaşım ortamlarında, ikili diyaloglarda, özellikle de özel olarak gönderilen mesajlarda ağır hakaretler içerecek şekilde yapılan yorumlar nedeniyle bir açıklama yapma zarureti hissediyorum. Bu yazının içeriğine, yazının tezini savunmak için kullandığım delillerin gerçekliğine yönelmek yerine şöyle bir mantıkla savunu yapılıyor: Bu yazı bizim işimize yaramaz, tersine İsrail ve ABD gibi İslam düşmanlarının işine yarar.
Bu savunu üzerinden yürüyenler asla yazının içeriğine ve kullandığı argümanlara ve meselenin doğru olup olmadığına yönelmiyorlar ve ısrarla; “Sen Yahudi ve Siyonistlere hizmet etmek için mi bu yazıyı yazdın?” mantığını içerecek şekilde içinde ağır hakaret kelimeleri bulunan mesajları özelime, daha hafiflerini de herkese açık ortamlara gönderiyorlar. Hatta yirmi bine yakın üyesi olan bir sosyal paylaşım grubunda “bu yazıyı protesto edin!” kampanyası bile başlatıldı.
Böylesi bir mantık tam da benim sürekli kendisiyle mücadele ettiğim, Müslümanların hakikate talip olamama ve asabiyet üzerinden yürüyen, tepkici tavırlarının bir göstergesini oluşturuyor. İşte özellikle bu tür davranış alışkanlıklarından kurtulamadığı için İslam Dünyası bir türlü silkinip kendisine gelemiyor.
Oysa hakikatin peşinde koşmak ve bulduğu hakikat acı da olsa buna talip olacak, bunu hiçbir şart öne sürmeksizin kabullenecek bir adalet mantığı, bizim asıl ihtiyacımız olan şeydir.
Yapılan bu savunun geri planında aslında şöyle bir zihinsel kod vardır: Gerçek eğer benim işime yarıyorsa ve düşmanımın aleyhine ise o benim kabul edeceğim bir gerçektir; tersine eğer gerçek benim aleyhime ve düşmanımın lehine ise o gerçeği ben gerçek olarak kabullenmem, o kocaman bir yalandır! Bunu başka bir şekilde ifade edelim: Benim işime yarayan ve düşmanımın aleyhine olan yalanlar benim gerçeğim olabilir; tersine benim aleyhime olan ve düşmanımın işine yarayan gerçekler benim kabullenebileceğim gerçekler olamaz, onlar sadece yalandır!
Böyle bir mantık doğru bir mantık mıdır? Hangi akıl bunu kabullenebilir? Bir Müslüman neyin hakikat neyin yalan olduğuna böyle bir mantıkla karar verebilir mi?
Aynı zamanda böyle bir mantık, sorunları asılları üzerinden ve tıpkı Kur\'an\'ın insanları çağırdığı gibi hakiki deliller üzerinden tartışmak yerine sonuçlar üzerinden veya körü körüne bir inanç asabiyeti üzerinden tartışmak anlamına gelmiyor mu?
Öylesine bir zihniyet yapımız var ki, körü körüne inanılan hususlar tartışmaya açılamıyor. Hemen deniyor ki: Bu kimin işine yarar, kime hizmet eder? Bazıları da diyor ki: Her doğru her yerde söylenmez, her şeyin zamanı var! Oysa bir asıl olarak hepimizin üzerinde uzlaşması gereken en temel ilkelerden birisi şu olmalıdır: \"Doğrular sadece hak mensuplarının işine yarar ve bir Müslüman daima hakikatin peşinde koşmalıdır ve ona talip olmalıdır.\" Yanlış temeller üzerine kurulan inançlar ve kutsallar da zaten Kur\'an\'ın kendilerini ortadan kaldırmak istediği batıllardır. Aynı zamanda içinde yaşadığımız bilgi çağında bilgi o kadar açık hale geldi ki, avam-havas ayrımının yapıldığı o eski çağlardaki bilgiyi tüm çıplaklığı ile sadece belli kesimlere/havasa açma mantığının hiçbir değeri kalmadı. Çünkü artık bilgi sadece bir “tık” ötenizde. Zamanı gelmemiş bilgi diye bir şey artık yok. Ayrıca içinden çıkılmaz hale gelen sorunlar ancak bu sorunları oluşturan kökenlere inilerek çözülebilir. Bu nedenle işin aslı, bu doğruların söylenmesi gereken yer de zaman da, tam şu içinde yaşadığımız mekan ve zamandır.
Yazıya karşı işletilen mantık aslında tam da Yahudilerde bulunan bir mantıktır. Yahudiler kendi aleyhlerine delil olur korkusuyla kendi kitaplarında var olan hakikatleri Müslümanlara açıklamıyorlar, kendi aralarında konuşurlarken bu gerçekleri açıklayan arkadaşlarını şiddetle uyarıyor ve diyorlardı ki: “Rabbinizin kelamını size karşı koz olarak kullansınlar diye mi Allah’ın size açıkladığı şeyleri onlara haber veriyorsunuz?” (Esed meali 2/Bakara/76) O zaman Yahudilerin hakikatlerin gün yüzüne çıkartılması konusunda Müslümanlara gösterdikleri tavrı bugün aynı mantıkla Müslümanlar gösteriyor. İslamoğlu’nun dediği gibi Müslümanlar Yahudileşme temayülü içindeler.
Meseleye bir de şu açıdan bakalım: Kutsallar üzerinden yürüyen işgaller, gözyaşı, acı ve bitmeyen savaşlar gerçekten kimin işine yaramaktadır? Acaba ABD, İsrail ve silah tröstleri Müslümanların yaşadığı topraklarda savaşların, karışıklıkların, iç kavgaların ve dinler ve mezhepler arası savaşların sürmesini mi yoksa bitmesini mi istemektedirler? İsrail ve ABD\'yi yöneten derin güçler için, sadece İslam Dinindekiler değil Hıristiyan ve Yahudi Dinindeki akıl dışı kutsalların, onların iktidarlarının sürmesinde ne kadar çok işe yaradığını düşündüğümüzde, kutsalcı düşüncelerin yapı bozumuna uğratılmasına sevinmekten çok üzülmezler mi? Bunları artık sorgulamanın zamanı geldi.
Son olarak ben bu tepkilerde şunu görüyorum; İslam Dünyasının samimi ve inançlı insanlarının refkleslerini hala güçlü bir şekilde, sorgulayıcı akletme değil, körü körüne inançlar belirliyor. Bu da bizim aslında en temel sorunlarımızdan birisi. Bu tip yazıları bu soruna dikkat çekmek için yazıyorum. Benim ricam lütfen meseleleri inanç asabiyetleri, körü körüne inançlar ve sonuçlar üzerinden değil; asıllar üzerinden delillerle ve burhani bir tarzla tartışalım. Böyle yaparsak belki o zaman gerçekten bizi meselelerimizi çözme kulvarına sokacak ciddi bir tartışma ortamı oluşturabiliriz.
Vesselam…