İslam’da
Gönüllülük/Mali İbadetler/Takva/Arınma/Kurtuluş
İlişkisine Bir Bakış
Atilla Morçol
Konya;15.05.2012
İslam’ın
İbadetleri ve yükümlülükleri konusunda söz söylemeden önce altı çizilerek nazar
ı dikkatte alınması gereken en önemli husus, Allah’ın Davetine icabette; hiçbir
kimseye baskı, dayatma, zor kullanma, cezalandırma yetkisi verilmemiş
olmasıdır. İnsan Davet karşısında özgür iradesi ile bir tercihte bulunur: Ya
Daveti kabul eder ya da yüz çevirir. Hiçbir zorlama, baskı ve dayatma
olmadan. İbadetler konusunda da insan baskı
ve zorla değil gönüllü olarak, kendi iradesi ile kulluğunu izhar etmesi esastır. Kur’an da ki had cezaları; insanların aralarındaki ilişkilerinde
Allah’ın hududunun aşılarak nesli ve emniyeti bozucu, haksızlığa ve zulme yol
açan konularda getirilmiştir. Başkasının malını çalmak, yani hırsızlık, zina,
adam öldürme v.b. Bunların dışında ne
gayrimüslimlere din dayatması vardır nede Müslimlere zorla ibadet ettirme ve
cezalandırma yetkisi kimseye verilmemiştir.Allah Vahiyle ve Elçisi aracılığı
ile ortaya koyduğu emir ve yasakları konusunda yegane hesaba çekendir ve
cezalandıracak olandır. Zira zor ve dayatma ile; gönüllü kulluk ve Allah’tan
sakınma,takva olamayacağı malumdur. Allah kendisine yönelik namaz, oruç, zekât,
infak, Hacc v.b. ibadetlerde; had cezası
buyurmamış, böyle bir yetkiyi kimseye de vermemiştir. Hesap gününde hesabın
kendine ait olduğunu buyurmuştur. Hesap görücü makam, ancak Allah’a aittir.
Peygamberler dâhil her kul hesab verici makamındadır. Devlet ancak imtihan
vasatının özgür ortamının emniyetini sağlar, adaleti, kıstı (eşitlik) , nesli
koruyucu, gözetici tedbirler alır, eğitim, sağlık, adli hizmetleri ülke
kaynaklarını en verimli bir şekilde kullanarak sağlar. Kilisenin tanrıyı
temsilen halka din, yaşam tarzı ve dünya görüşü dayatması gibi bir teokratik
yapı İslam’da yoktur. Resulullah’ın pak örnekliği bunu göstermektedir.
Gayrimüslimlere anlaşmalarına bağlı kalıp barışa sadakat göstermeleri durumunda
dini inançlarını,yaşam tarzlarını sürdürmeleri konusunda özgürlük ve güvence
İslam’ın ilkelerindendir. Daha sonraları
Raşid halifeler döneminde güvenlik endişesinden münferiden olmak üzere bazı
uygulamalar olduysa da ana eksen; Resulullah’ın sünneti doğrultusunda cereyan
etmiştir. Emevi’lerle birlikte Bizanstinist/teokratik uygulamalar hızla hayata
egemen olmaya başlamış, fıkıh makinesi hızla çalışarak aynen kilise istibdat ve
zorbalığını aratmayan uygulamalar Ümmete egemen olmaya başlamıştır. Din adına
böyle bozuk, fasit bir yapıyı ve anlayışı savunmanın da bir manası yoktur.
Dikkat
edilmesi gereken bu hususlar ışığında; infak, zekât, sadaka gibi mali ibadetler
ile biriktirme(kenz) ve servet edinme konusuna dönebiliriz. Kur’an ve peygamberin örneklik teşkil eden uygulamaları bize
göstermektedir ki; mali ibadetlerde, biriktirme(kenz) ve servet konusunda Allah’ın hoşnut olacağı ve büyük bir ecirle
mükafatlandıracağı en doğru yöntem, usul ve esaslar belirtilmiş, yapılmaması
durumunda, zor kullanma ve ceza bu dünya için öngörülmemiştir. Zira Allah’a
güvenilerek yapılması gereken mali ibadetlerin ve emaneten verilen servetin
tasarrufu konusunda; özgür irade esastır ve gönül hoşnutluğu, içtenlik, rıza,
samimiyet ve fedakârlık ruhu işin tabiatına en uygun yoldur. Bu durum, imtihan
vasatı içinde olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Mü’minin kendini ispatlaması,
erdeminin açığa çıkması ve gelişmesi, ahlakının vahiyle inşası için; zor kullanma,
baskı ve beşeri korku yani yasal yaptırımların olmaması, salt insanın inisiyatifi
ile mali ibadetlerin yapılması gerekirdi. Allah böyle isteyerek ayni zamanda insana
büyük bir değer verdiğini ve güvendiğini göstermiştir. İnsana düşense, bu güven
ve alakaya karşılık evvela Allah’a ve vaadine güvenmektir. Mali ibadetler,
karşılığı ahiret yurdunda görülecek olan harcamalardır. İslamoğlu Hoca’nın tabiriyle Allah için üç verişten biridir.[1] Kenz
ve zenginleşmenin tabiatı gereği müstağnileşme doğurduğu malumdur. Zira
Allah’ın bir 7oo ve daha fazlası teklifine rağmen kişinin ihtiyaç fazlasını hala
daha kenz etmesi, Allah’ın ziyadesiyle vereceğine adeta ihtiyaç duyulmadığını,
gale alınmadığını ve kendi elindekinin kendine yettiği zannını göstermesi
bakımından önemlidir. Ki müstağni kesilmekte budur. İşte buradaki sadakat,
Allah’ın ecrine, mükafatına, lütuflarına
Ahiret yurdunda şiddetle ihtiyaç
duyulduğunun ispatıdır. Aksi durum, Ahiret yurdunda, Allah’ın lutfu ihsanına
ihtiyaç duyulmayacağı anlamına gelir.
İslam’ın; israf,
kenz, tekasür, meta-ı gurur, şımarıklık, servet düşkünlüğü gibi kerih ve yasak
kıldığı eylem ve tavırların hepsi, bir toplumda adaletsiz gelir dağılımı ve
servetin belli ellerde birikmesini gayrimeşru kılmaktadır. Kenz “biriktirmek”
ister zekâtı verilmiş olsun isterse verilmemiş, yapısı itibariyle insanı ifsat
edici, yoldan çıkartıcı, dünyaya meylettirici, kalbi hayırdan alıkoyucu
fonksiyonu olduğu malumdur. Kişinin kalbinin hazinesiyle birlikte olduğu
unutulmamalıdır. Biriktirmek sapkın ve saptırıcı bir hastalıktır. Sadece
zenginlere mahsus da değildir. Yoksulların bile biriktirdiğine (çöp) şahit olmaktayız. “Neyi biriktirsinler ya
Resulullah?” sorusuna Allah Resulünün;”Zikreden bir dil, huşu duyan kalp,
Saliha eş” buyurduğu rivayet edilmektedir. Kaldı
ki servetin belli ellerde dolaşan bir metaya dönüşmesi, sınıfsallaşmaya neden
olarak, Ümmetin mütecanis,ahenkli,bütüncül yapısını zaafa uğratması mukadderdir
ki durum Vahiyle uyarıya konu edilmiştir. [2] Yani
daha önemlisi şirke dayalı toplumlarda görülen zıtlıklar, çelişkiler,
adaletsizlikler,ahensizlikler, Tevhidi toplumlarda olmamalıdır,olamazda. Vahyin
infak,sadaka, zekat emir ve tavsiyeleri, biriktirme,kenz,israf,gösterişle
ilgili yasaklarının temelinde; toplumsal alanda tevhidi sağlamaya matuf olduğu
aşikardır.Bu nedenle, İslam toplumu; Vahyi ilkelerden hareketle özgün bir sosyo
ekonomik yapı ortaya koymak zorundadır. Toplumsal tevhidin gerçekleşmiş aşaması olan Ümmete ancak bu şekilde
ulaşılabilinecektir. İlkel kapitalizmin tüm varyantlarını içinde barındıran bir
sosyo ekonomik yapının asırlar boyu,
İslam’mış gibi tüm İslam toplumlarında uygulanıyor olması başlı başına
bir faciadır. Ve bu facia ümmetin dokusunu ve dini hayatı içten içe yiyip
bitiren bir kurt gibi kemirmektedir. Ümmetin saltanatı üzerinde bir ceset[3]
hükmündedir.
Buraya kadar vergi olarak zekât haricinde tüm
mali ibadetler, diğer ibadetlerde olduğu gibi kişinin hür iradesine bırakılmış;
mükâfatı da terki halinde cezası da ahirete bırakılmıştır. Yani dünya hayatında
yapılması için kanun gücü ve zor kullanılması söz konusu olmamıştır. Bu durum
insan evladının imtihan temelli yeryüzü serüveninin temel altyapısını
oluşturmaktadır. Sosyalizmde olduğu gibi, servet edinmenin kanunla yasaklanması
ve gelirin devlet gücüyle eşitlenmesi; Allah’ın yeryüzünü imtihan yurdu olarak
yarattığı gerçeğini tekzip edip imtihan vasatını bozmak anlamına gelmektedir.
Böyle bir anlayış; her yurttaşa devlet ve kanun gücüyle din dayatmaktan
farksızdır. Bununla birlikte devlet mali ve para politikaları vasıtasıyla
insanların servete yaklaşımlarını yönlendirebilir, toplumsal fayda lehine manipüle
edebilir, kaynak dağıtımını yoksullar lehine kullanabilir ki buna sosyal devlet
anlayışı denmektedir. İmtihan vasatının irade özgürlüğünü kısıtlamak, ortadan
kaldırmak, devlet otoritesinin zoru ile mülkiyeti yasaklamak, geliri ve
harcamaları karneye bağlamak topluma farklı bir din dayatmaktır. Sosyalist
devlet ceberutluğuna karşılık sosyal devlet anlayışı; mali politikalarla,
sosyal güvenlik uygulamaları ile bu gün Batı toplumlarında ideal bir seviyede
olmasa da asgari hayat standardını insanca yaşama seviyesine getiren tedbirleri
aldığı görülmektedir. Batıdaki sosyal devlet uygulamalarının; Arabistan,
Pakistan, Irak, Libya v.b. İslam Ülkelerindeki sosyal adaletsizlikler, sosyal
güvenlikten mahrum ve sefalet içinde yaşayan geniş halk kitlelerine karşılık
oldukça iyi bir durumda olduğu görülmektedir.
Peki,
İslam’ın servete, kazanca ve bunların tasarrufuna ilişkin getirdiği yasaklar,
sınırlamalar ve ilkeler nelerdir? Vahiy
öncelikle bize, dünya hayatının geçici bir mekân olduğunu ve imtihan için
burada kısa bir ömür yaşanacağını haber vermektedir.[4] Dünya
hayatı fani, ahiret yurdu ise bakidir. Bunun yanında İslam, biriktirmeyi çirkin
bir davranış olarak görmekte ve kenzci ve tekasürcü anlayış ve tavırları yasaklamakta
ve böyle davrananları elim bir ceza ile de uyarmaktadır.[5] Biriktirme ve çoklukla övünme sapkınlığına getirilen
yasakla birlikte, israfın yasaklanması[6] ve
sadeliğin, temizliğin ve kanaatkârlığın peygamberin bizzat örnekliği ile bir
mü’minin nasıl olması gerektiği gösterilmiştir. Vahyin gerek Mekki gerekse
Medeni olmak üzere infak ve türevleri ile ilgili iki yüze yakın ayette
zikredilen infak amulussalihatıyle, Allah;
yoksulluğu ve mahrumiyeti kullarının eliyle ortadan kaldırmayı ve insan olmayı yani erdemin yaygınlaştırılmasını dilediğini göstermektedir.
İnfak; arınmanın, gerçek Birr’e ulaşmanın, Allah’a yönelmenin şartı ve
psikolojik isteklendirme alt yapısıdır ve fiilen böyle bir etkisi vardır.
Zenginliğin ve servetin zehirli tüm olumsuz etkilerinden ki bunlar, israf,
lüks, meta-ı gurur, kibir, şımarıklık, cimrilik, öğünme, gösteriş, yarış v.b
afetlerdir, tek panzehiri; infak, sadelik ve tasarruftur.[7] Allah’ın
bahşettiği ve insanı üzerine müstahlef kıldığı Mal ve mülkten ne kadar infak edileceği
de yine Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir: İhtiyaçtan fazlası, fazlalık.[8] Müslüman
Allah’ın verdiği nimetten yiyecek, içecek, ihtiyacını neyse israf etmeden
belirleyecek ve fazlalığını yoksullarla, mahrumlarla bölüşecektir. Böylece
İslam Toplumunda servet belli ellerde dönüp duran bir devlet olmamış (Bkz.Haşr
7) zenginlikle şımarmış mütref bir sınıf
oluşmasının önüne geçilmiş olacaktır. Yani toplum da, zenginlerin gönüllülüğü temelinde
sosyal adalet ve ekonomik eşitlik gözetilerek kardeşlik ve tesanüt sağlanmış
olacaktır. Bu toplumsal Tevhit dir. Toplumsal Tevhit ile Allah’ın vahdaniyeti
bakınız Kur’an da iki farklı sürede geçen iki farklı ayette şöyle geçmektedir.
Sure-i Enbiya’da; ”Gerçek şu ki Sizin bu Ümmet’iniz Tek bir Ümmet’tir. Ben de
Sizin Rabb’inizim; öyleyse Bana İbadet ediniz.” Ve Süre-i Müminun’de ise ” Ve işte
Sizin bu Ümmet’iniz bir Tek Ümmet’tir. Ben de Sizin Rabbinizim. Öyleyse Ben’den
sakının.” Ümmetleşmenin Tevhid akidesi
ile ilişkisi olduğunu gösteren bu ayeti Celileler, tevhit akidesinin toplumsal
boyutuna vurgu yapmaktadır. Kardeşliği, dayanışmayı, tesanütü tahrip eden
sosyal adaletsizlik ve eşitsizliğin salt maddi bir boyutunun olmadığını
göstermesi bakımından dikkat çekici ve ne denli önemli olduğunu göstermektedir.
Vahyin
infak, sadak ve zekatla ilgili hassasiyeti yanında hatta daha da üzerinde durduğu
husus; başa kakmadan, aşağılamadan, incitmeden en güzel bir şekilde bu
amellerin yapılması gerektiğinin altının çizilmesidir. O kadar ki hiçbir
ibadette namaz, Hacc, oruç gibi infak ve sadakada olduğu gibi edasında
gösterilmesi gereken titizliğe vurgu yapılmamış olması da ayrıca üzerinde
durulması gereken bir ayrıntıdır.
Rasulullahın
bir gün Mescidi Nebevide ahsabtan bir guruba hitaben; “Ey Ensar topluluğu! Siz cahiliye devrinde Allah’a kulluk yapmazken,
üzerinize düşeni yapar, malınızı doğru yolda harcar, misafirlere ikramda
bulunurdunuz. Fakat Allah size hak dini ve Resulünü gönderdikten sonra, artık
mallarınızı biriktirmeye mi başladınız? Mallarınızdan infak ediniz. Zira insanların
yırtıcı hayvanların ve kuşların yediği mallarınız sebebiyle size ecir
verilecektir.” Bunun üzerini oradakiler dağıldılar ve herkes bahçesini
çeviren duvarları yıkarak insanların ve hayvanların geçebileceği geçitler
yaptılar.[9]
Rabbil Alemiyn,
kendilerine dünya nimeti verilen zenginlere nasıl davranmaları gerektiğini
öğütlerken,aksi davranışta bulunan müstağnileşen,mütreflere cezayı ahret yurduna
tehir etmiştir. Zaten ceza ve mükâfat genel olarak hesaptan sonraya bırakılır
tabiatı gereği. “Allah'ın bol nimetinden kendilerine
verdiği şeye cimrilik edenler
sakın onu kendilerine hayırlı sanmasınlar. Hayır, o, onlar için bir şerdir.
Kıyamet gününde o kıskandıkları mal, boyunlarına tomruk edilecek. Kaldı ki,
göklerin ve yerin mirası hep Allah'ındır ve Allah, bütün yaptıklarınızdan
haberdardır. “[10]"Allah
yolunda harcayın; kendinizi tehlikeye atmayın." [11] Kurtuluşu nefsi
cimrilikten kendi arzusuyla ve isteği ile sıyrılmayı başaranlara
müjdelemektedir. "Nefsinin cimriliğinden korunanlar yok mu? İşte kurtulacaklar
onlardır." [12]
"Kim cimrilik ederse, kendi zararına cimrilik eder. Allah zengindir;
hiç kimseye ihtiyacı yoktur; siz ise fakirsiniz, O'na muhtaçsınız. Eğer (O'ndan
ve Allah yolunda harcamaktan) yüz çevirirseniz, sizin yerinize sizden başka bir
toplum getirir, artık onlar sizin gibi olmazlar." (47/Muhammed, 38)"Kendileri cimrilik yapıp insanlara da cimriliği tavsiye eden, Allah'ın kendilerine lütfundan verdiğini gizleyen kimselerdir. Biz, nimetleri örten kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırladık." (4/Nisâ, 37)
İbn Abbas'tan nakledildiğine göre
yukarıda söz konusu ettiğimiz âyet indiğinde sahâbîler zor durumda kaldı, ne
yapacaklarını bilemez oldular. Hz. Ömer; "Ben bu sıkıntınızı
gideririm" diyerek Peygamber (s.a.s)'e gitti. "Ey Allah'ın Rasûlü, bu
âyet ashabına ağır geldi" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s);
"Allah zekâtı, ancak arta kalan malı helal kılsın diye emretti"
buyurdu. Bu arada Hz. Ömer "Allahu ekber!" dedi. Peygamber (s.a.s)
sözlerine şöyle devam etti: "Kişinin kenz edeceği şeyin en hayırlısını
söyleyeyim mi? Saliha kadındır; ona baktığı zaman kendisini sevindirir, ona bir
şeyi emrettiği zaman kendisine itaat eder, hazır bulunmadığı durumlarda da mal
ve namusunu korur" buyurdu.[13]
Görüldüğü
gibi,İslam davet safhasında da zorlamaya müsaade etmediği gibi vergi (zekat) dışında;sadaka,infak,karz-ı
hasen ve kurban konusunda bir zorlama,sınırlama getirmemiştir.Önünü açık
bırakmış,gönüllü olarak,içten gelerek ihlas ve samimiyetle bu ibadetlerin
yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Zaten böyle olursa arınma ve Allah’a
yönelme söz konusu olabilir. Aksi durumda hiç kimse gönül hoşnutluğu
içinde ne sadaka,ne infak,ne karzı hasen
de bulunur.Sürünün en cılız hayanı seçilir,kurban edilir. Verilen büyük paralar
yüreğe oturur,gönül hoşnutluğu ile verilmediği için hiçbir fayda hasıl
etmez.Özgürlük ve gönüllülük esasını hem siyasal açıdan hem de mali ibadetler
açısından birde bu şekilde tefekkür
etmek gerek.
[1] M.İslamoğlu infakı üç vermek yani
Cihad etmek, Hicret etmek ve infak etmek olarak nitelendirmekte ve bu büyük
amulusalihatların karşılığının ahrette verileceği açık bir şekilde
belirtildiğinden, Allah’a büyük bir
güven duygusuyla yapıldığını belirtmektedir. Gerçektende hali hazırda elde
olanın, gaibde karşılığını görmek maksadıyla verilmesi, büyük bir imanın, teslimiyetin
ve sadakatin sonucu olabilir ancak.
[2] 59 Haşr
7-“Allah'ın o Qarye Halkı’ndan Elçisi'ne
verdiği Fey, Allah'a, Elçisi'ne,
Yakın Akrabalığı olanlar’a ve Yol’da kalmışlara ait’tir. Öyle ki Siz’den Zengin
olanlar arasında dolaşan bir Devlet olmasın. Elçi Size ne verdiyse alın, Sizi neden sakındırırsa artık Ondan
sakının ve Allah'tan ittika edin. Elbette Allah Azab’la sonuçlandırması pek
Şiddetli olan’dır.”
[3] 38 Sad / 34- Andolsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının
üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tövbe edip bize yöneldi.
[4] 9 Tevbe 24 “De ki:
“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz,
kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticâret ve
beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan
daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık
topluluğu doğru yola erdirmez.”
[5] Bkz. Süre i Tekasür ve Tevbe 34-35
[6] Araf 31 “Yiyin, için, fakat israf etmeyin! Allahü
teâlâ israf edenleri elbette sevmez.”
İsra
26,27”İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir”
Enbiya 9 “Müsrifleri helak ettik.”
Enbiya 9 “Müsrifleri helak ettik.”
[7] Tasarruf Allahın rızasına uygun
harcamaktır. Bu anlamda cimrilik israftır, lüks ve israf saçıp savurmaktır.
[8] Bkz. 2/219
[9] Et-Terğib;4/156
[11] 2 Bakara/ 195
[12] 64 Teğâbün/ 16
[13] Ebû Dâvud, Zekât, 32