MEVLANA VE
TASAVVUF ANLAYIŞI
Musab Seyidhan;Eğitimci/Yazar
Konya;07.11.2014
Objektif
bir yazar, halkın algılarının peşine takılmadan, ilim ehlince bu konuda neler söylenmiş
ve yazılmışsa onu dile getirmelidir. Yani halk dalkavukluğu yaparak, bir ekolün
müntesipleri arasında yaygın olan görüş ve inanışları rivayet eden kişi
değildir yazar. İşte bu araştırma yazımızda Mevlana’yı halk arasındaki algı ile
değil, kitaplardan ve bizzat kendi beyitlerinden tanımaya çalışacağız. Kimseye
yalan isnatta bulunmayacağız ve iftira etmeyeceğiz. Lütfen bu yazıyı bu gözle
okuyun. Burada bizi ilgilendiren, birilerinin etkisinde kaldığı taassuptan
dolayı alınganlık göstererek rahatsız olması değil, konunun objektif ve kitabî
olarak ortaya konmasıdır. Bu araştırmamızda onu yaptık.
Mevlana
ile ilgili okumalarımızdan ve dinlemelerimizden anladık ki, iki Mevlana varmış.
Bunlardan birincisi büyük bir müfessirdir, şairdir, Kuran’ın hadimidir. “Men, bende-i Kur’anem eğer cân dârem. Men
hâk-ı reh-i Muhammed muhterem. Eğer nakl küned cüzîn kes ez gûftârem. Bîzârem
ez-u vezan suhen bîzârem. Yani bu can, bu tende olduğu müddetçe ben Kur’an’ın
kölesiyim. Seçilmiş Muhammed’in yolunun tozuyum. Benden, başka bir söz
nakledenler olursa, hem onu söyleyenden, hem de o sözden uzağım.” diyendir.
Bize yüzyıllardır anlatılan gönül adamı, büyük sûfî şeklindeki işte bu
Mevlana’dır. Ben, bu Mevlana’nın hayranıyım.
İkinci
Mevlana ise; dinlerin birleştirilmesini savunan, Moğol işgaliyle arası iyi olan bir şairdir. Bu Mevlana, kadını
aşağılar, Kuran dışı hakikatleri savunur, hulul akidesine sahiptir, eserlerini
hep Farsça vermiştir, hikâyeleri ağırlıklı olarak Tevrat’tan alınmadır, Türk
İslâm’ının en büyük mimarlarındandır.
Bu
yazımıza konu olan ikinci Mevlana’dır. Çünkü halk arasında yaygın olarak
bilinen ve Konya’da bulunan türbesi, bir mabed gibi ziyaret edilen odur.
Celaleddin
Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük
şairlerinden biridir. O, İran’ın Belh kentinde doğmuştur. Babası Bahaeddin
Veled de Belh’in hem âlimlerinden, hem de sûfîlerindendir. Kelamcı Fahreddin Razi de Belh’lidir. Fahreddin Razi ile anlaşamayan
Bahaaddin Veled burasını terk eder. Anadolu’ya gelir. Karaman’da yedi sene
kalır. Daha sonra 1225 yılında Konya’ya gelip, yerleşir.
Bütün
bilgi ve belgeler Mevlana’nın ve çevresindekilerin Moğol yanlısı olduğunu
göstermektedir.
Hocası Şems-i Tebrizi’nin sohbetleri olan “Makalat” adlı eseri incelendiğinde bu zatın Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye ve Moğol yönetiminden razı olmaya çağırdığı rahatlıkla görülmektedir. Aslında bu fikri Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi de dile getirmektedir. Eflaki şöyle bir anekdot nakleder. Ulu Arif Çelebi, Moğolları destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları, Ulu Arif Çelebi’ye niçin kendileriyle olmayıp Moğollardan yana olduğunu sorduklarında o şöyle cevap vermiştir: “Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız” demiştir. (Ahmed Eflakî, Menakibu’l-Arifin, C.2, s. 925-926)
Hocası Şems-i Tebrizi’nin sohbetleri olan “Makalat” adlı eseri incelendiğinde bu zatın Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye ve Moğol yönetiminden razı olmaya çağırdığı rahatlıkla görülmektedir. Aslında bu fikri Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi de dile getirmektedir. Eflaki şöyle bir anekdot nakleder. Ulu Arif Çelebi, Moğolları destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları, Ulu Arif Çelebi’ye niçin kendileriyle olmayıp Moğollardan yana olduğunu sorduklarında o şöyle cevap vermiştir: “Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız” demiştir. (Ahmed Eflakî, Menakibu’l-Arifin, C.2, s. 925-926)
Tarihi
belgelerle sabittir ki, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve hocası Şems, Moğol yanlısı
bir politika izleyerek bunun mücadelesini yürütmüşlerdir. Bu siyasi
düşüncelerinin mücadelesini vermişlerdir. Bundan dolayı o dönemde Moğol
iktidarına muhalif olan çevrelerle de mücadele etmişlerdir. Moğolların
hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak,
Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri,
vakıfları müsadere yoluyla el konulur. Bu fermanda “Mevlana’yı şeyh olarak tanıyanlar hariç” ilavesi vardır. Yani
Moğollar bu mana sultanının hâkimiyetini iyice perçinleştirdiler. Mevlana’ya
intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler. (Murat Kayacan, Prof. Dr.Mikail Bayram ile
Mevlana'nın Moğollarla ve Moğol yanlılarıyla ilişkileri üzerine bir söyleşi,
http: //www. muratkayacan. net/content/view/30735)
Celaleddin
Rumî, şeyhi ve maşuku Şems’in telkinleriyle kendini bâtinî ilimlere o kadar
kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebî’ye
yazdırdığı şiirlerini, Kuran-ı Kerim’le boy ölçüştürmüştür.
Muhyiddin
Arabî ve Vahdeti Vücut ekolü, Mevlana’nın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir.
Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi
Anadolu’da gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden
etkiledi.
Mevlana
ve hocalarının başlattığı ve 13. Yüzyılın sonlarındaki “Mevlevilik” diye adlandırılan hareket de aslında 1262 yılından
itibaren uzun bir süre iktidar olmuş tasavvufi bir harekettir. Mevlana’nın
mektupları ve sohbetleri incelendiği zaman, devrinin siyasileri ile iyi
ilişkiler içinde bulunduğu ve belli bir siyasi kadronun fikri tabanını
oluşturmaya yönelik faaliyetleri olduğu rahatlıkla fark edilebilmektedir.
Mesnevi
sadece ilahi aşk kitabı değildir. Eşek ve kadının sapık ilişkisi, hamamda
düzülen adamın hikâyesi, kadınlar vaazına çarşaf giyerek giden adamın
sarkıntılıkları gibi birçok çirkin hikâyeyi ayrıntılı olarak Mesnevi’de
görebilirsiniz. Mevlana’daki müstehcen hikâyelerde amaç pornografi değildir.
Amaç bazı insanları hicvederek, aşağılamaktır. Yılancı hikâyesinde anlattığı,
sevmediği bir kişi Ahi Evran’dır. Orada Ahi Evran’a hakaret eder. Zira Ahi
Evran’ın mesleği gereği, kışın dağlarda zehirli yılan toplayıp, bunlardan panzehir,
serum imal etmektedir. Bundan daha kötüsü de içinde binlerce gayri İslami unsur
bulunan bu kitabını, Allah katından inmiş gibi sunmasıdır.
Yine
Şems ve Mevlana kadın karşıtıdır. Kadın düşmanlığı onlarda son derece
şiddetlidir. Bu düşüncenin temeli eski İran kültüründen kaynaklanır. Hümanizmin
devasa şahsiyeti olarak takdim edilen Mevlana’nın kadına bakışı şu şekildedir; “Eğer
yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur.
Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara
aykırı hareket etmeyen helâk oldu.” (Mevlana, Mesnevi, C.1. 2955. Beyit vd.)
Kadında
hayvan sıfatı üstündür. Çünkü kadının renge, kokuya meyli vardır. O eşek de
çayırlığın rengini, kokusunu duyunca elindeki bütün deliller kaçıp gitti. (Mevlana, Mesnevi, C.5,
2465.beyit)
Arşta
oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam
yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu, tâ arştan bu
yurda getirdi.” (Mevlana, Mesnevi, C.6, 2795. Beyit)
Mevlana
sahabe hanımlarını bile zan altında bırakmaktan sakınmaz, onları savaşa gitmiş
kocalarını aldatan ahlaksız kadınlar olarak tasvir eder.
Fihi
Mâ Fih’te şöyle bir hikâye anlatır: “Rivayet ederler ki; Peygamber, sahâbeyle
bir savaştan gelmişti. Bu gece şehrin dışında yatacağız, yarın gireceğiz şehre
diye davul çalın buyurdu. Ey Tanrı elçisi dediler, sebebi ne olabilir? Dedi,
kadınlarınızı yabancı erkeklerle buluşmuş görürsünüz; canınız sıkılır; bir
fitnedir, kopar. Sahâbeden biri (verilen emri) işitmeyip gitti ve karısını bir
yabancıyla buldu.” (Mevlana, Fihi Ma Fih, 20. Bölüm, MEB Yay., İst /1990. s.
136-137)
Peygambere
ve onun sahabesinin hanımlarına dil uzatmaktan çekinmeyen bunlar, Allah’ı
koyunlarına alıp, onunla cima etmekten de utanmazlar: Şems-i Tebrizi’ye, karısı Kimya
Hatun’u bazen Allah olarak, daha doğrusu ona Allah, karısı şeklinde görünürdü.
Mevlana; bir çadırda Şems’i, karısı Kimya Hatun ile oynaşırken gördü. Mevlana
oynaşmaları için biraz dışarıda dolaşıp, sonra hocasının yanına geldiğinde
Şems; ‘O Kimya Hatun değildi. Yüce Tanrı beni o kadar sever ki, sevdiğim kimse
suretinde yanıma gelir. Az önce senin beni halvet halinde gördüğün kadın da
Kimya Hatun değildi, Allah Kimya Hatun şeklinde bana gelmişti’ der.” (Eflâkî,
Menakıb’ul-Arifin, C.2, s.72)
Mevlana;
Hallac-ı Mansur, Bayezdid-i Bistami, Ebul Hasan Harakani, Şakîk-i Belhî gibi
İranlı, İran kültürünün temsilcisi bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar
Hulûliye mezhebindendir, Mevlana da Hulûliye mezhebindendir. Hulûl felsefesine
göre, Allah insanlara hulûl eder/girer. Özellikle, Zerdüştler panteist, hulûliyecidirler.
Bu Mecusi itikadına göre; kişi riyazet
yaparak, bir takım çilelerle, zikirlerle Allah’la bütünleşir. Devamında Allah,
insan benliğine hulul eder ve kişi artık ilah kesilir, artık konuştuğu her şey
Allah’tan olur.” (Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda
Celaleddin-i Rumi-1, 2 www.youtube)
Mevlana’nın
torunu ve onun felsefesini bugün olduğu gibi devam ettirmeye çalışan ve hiçbir
takiyyeye de lüzum görmeyen Cemalnur Sargut Hanım aynen şöyle demektedir; “Aslında
vahdet-i vücûd fikrine inanan ve kendini fenâ mertebesine ulaşmış olarak gören
bir sûfî, doğal olarak Yaratıcı’nın sahip olduğu niteliklere, kendisinin de
sahip olduğunu düşünür. Bâyezid-i Bestâmî, “İlmi Allah olan âlim, kitap
olmaksızın ve ezberlemeksizin, O’ndan istediği kadarını istediği zamanda alır.”
(Cemalnur
Sargut, Allah Dostu Harakanî Hazretleri, Zaman Gazetesi, 14 Ekim 2012)
Mevlana,
Mesnevî’sini kitabının başında şöyle över: “Bu kitap Mesnevi kitabıdır,
Mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda dinin asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük
fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık burhanıdır. Mesnevi, içinde
kandil bulunan kandilliğe benzer (Nur24/ 35). Sabahlardan daha aydın bir surette parlar…
Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun’un soyuna
sopuna ve kâfirlere ise hüsrandır. Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır,
çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. (İsra17/9) Şüphe yok ki Mesnevi,
gönüllere şifadır, (İsra17/82) hüzünleri giderir, Kuran’ı apaçık bir hale
koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin
elleriyle yazılmıştır. (Abese78/ 13-6) Temiz kişilerden başkasının dokunmasına
müsaade etmezler. (Vakıa56/79) Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir. (Vakıa56 /80). Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. (Fussilet41/ 42). Tanrı onu korur,
gözetir; (Hicr15/
9)
Tanrı en iyi koruyandır. Mesnevi’nin bundan başka lakapları da var (Mesnevi
Manevî, Mesnevi Şerif, Saykalü’l-ervah/ Ruhların cilası), o lakapları veren de
Tanrı’dır.” (Mevlânâ,
Mesnevi C.I, Önsöz, Çev; Veled İzbulak MEB, İst.1991)
Mevlana;
Mesnevisine verdiği sıfatlar Kuran’ın sıfatlarıdır. “Mesnevi Âlemlerin
Rabbinden inmedir; Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur,
gözetir” derken aklınca, Kuran’a nazire yapmaktadır, zira Kuran’da şöyle
denmiştir. “O Kuran, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez.
O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir.” (Fussilet41/ 41-42) “Şüphesiz bu ayetler değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle
(yazılıp) tertemiz kılınmış…” (Abese78/11-6), “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”
(Vakıa56/79)
Eflaki, “Menakıb’ül Arifin” de şöyle bir
hikâye vardır; Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama
şikâyette bulundu ve âlimler Mesnevi’ye neden Kuran diyorlar diye benimle bahse
girişti; ben de Kuran’ın tefsiridir deyince babam bir an susup sonra; “A sersem
dedi, niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A kahpenin kardeşi niçin olmasın?
Peygamberlere verilen harfi zarflarda Allah sırlarının nurlarından başka bir
şey yoktur ki. Allah sözü, onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen
dillerden akar. İster Süryanice olsun, ister Seb’ul mesani dilince… İster
İbranice olsun… İster Arapça!”
Mevlana;
Mesnevi’sinin vahiy mahsulü olduğunu pervasızca ilan eder; “Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha
iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül
vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun
nazargâhıdır… Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder? Ey mümin, sen, Tanrı
nuruyla bakar, görürsün… Hatadan, yanılmadan eminsin!” (Mesnevi, C.4
1852-5.beyitler)
“Bu can, bu tende olduğu sürece ben
Kur’an’ın kölesiyim”
diyen bir Mevlana, Mesnevisi ile ilgili, bunları söyleyemez. Kur’an’ın kölesi
olan Mevlana, birinci Mevlana’dır. Anlaşılıyor ki, Birinci Mevlana’nın sözleri
ile ikincisininki birbirine karışmış. Uydurulan bir takım fıkraların, gerçek
Nasreddin hocaya atfedildiği gibi… Onun için bu hakikatleri bilip gerçeğini,
sahtesinden ayırt etmek zorundayız.
Mevlana,
Hz. Ali’ye yazdığı naatta ona, Allah’ın niteliklerini vermekten de kaçınmaz: “O
açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekânda, zamanda Hakla duran
o imamın zatî, iç ve dış temizliğiyle vasıflanmak vaciptir. Dünyevî ve
beşerî sıfatlardan dışarıdır…Beka
çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zati gibi o bakîdir. Hakkın
yüksek sıfatları Ali’nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O,
Tanrının zatına yapışmış, o olmuştur. Çünkü o, haktan hakla görünmüştür. O
hazinenin nakdî, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksût, Yüce Ali’dir. Hakkın
hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira o hakîmdir, her şeyin bilginidir. İptidasız evvel o idi, sonsuz âhir de o
olur. Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de hakikaten
odur. Yüzünün nurlu parıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O, hak
iledir; hak ondan görünür. Hakka ki, o hak ile ebedidir. Âdem’in toprağı onun
nurundan idi. O sebeple meleklerin tacı oldu; Allah’ın isimleri ondan belirdi.
O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde, Âdem her şeyi anladı. O nur tek olan
yaradanın nuru olduğu içindir ki, melekût onun huzurunda secde ettiler. Evet,
muhakkak ki, Âdem, o imamın nuru ile bütün ilâhi isimleri bildi… O, bütün peygamberlerin sırrında idi.
Cenabı Mustafa: “Benimle açıkça beraber bulundu” dedi. Dinde
evvel, âhir o idi. Allah ile içli, dışlı o idi... İşte bunları söyledim ki,
bu yüksek mananın nüktesini öğrenesin de yüksek velâyete eresin. Sence apaçık
bilinsin ki, hakkıyla yüce olan odur. Ey
efendi! Benimle boşuna kavga etme, bu böyledir. Hakikat budur ki, hepimiz
zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız, deniz odur. (Mevlana, Divan-ı Kebir’ den Seçme Şiirler, C.1, MEB Yay,
İst.1989, s.3-5)
“Cihan
var oldukça Ali var olur. Cihan var olurken de Ali vardı. Cihanın temeli suret
buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye
kadar var olan Ali idi. Veli, vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın
Sultanı Ali idi. Ali’den ötürü melekler Âdem’ e secde ettiler. Âdem bir kıble
gibi idi, secde olunan Ali idi! Âdem de, Şit de, Eyyup da, İdris de, Yûsuf da,
Yûnus da, Hûd da, Mûsa da, İsa da, İlyas da, Salih de, Dâvut da Ali idi! Nefsin tamamından ötürü cihan sofrası
üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kuran’ın yer yer
ayetlerinde Tanrının ismetini vasıf ile övdüğü Kuran sırlarının kâşifi Ali idi.
Kapısının toprağı kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen, o
durmadan hakka secde eden ârif Ali idi… Âfaka her bakışımda gördüm ki, yakîn
yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz, küfür olan söz bu
değildir.” (Mevlâna,
Divan-ı Kebir’ den Seçme Şiirler, MEB Yay, c.2, s.156 vd.)
Aklı
evveller,
“Hz. Ali’ye yazılan bu naat, aşk ile yazılmıştır,
lütfen akılla değil de gönülle anlamaya çalışın” diyerek
bu saçmalıklara kılıf bulmaya çalışmışlardır.
Yine
Mevlana, hac ile şu şekilde alay eder; “Fakir, hane halkı kalabalık bir Pir
(yaşlı şeyh) ‘Ey Bayezid nereye gidiyorsun? dedi. Bayezid, ‘Kâbe’ye gidiyorum’
diye cevap verdi. Pir dedi ki; ‘Yol masrafı olarak yanında ne var? Bayezid,
‘İki yüz dirhem gümüşüm var’ deyince, Pir, ‘Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu
tavafı hac tavafından daha makbul bil. O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana
ver. Bil ki hac ettin, umre ettin, Safa’ya koştun, Sa’y erkânını yerine
getirdin. Allah hakkı için O beni kendi evinden üstün kıldı. O Kâbe’yi kurdu
kuralı orayı bir kere ziyaret etmedi. Ama benim bu beden evimden hiç çıkmadı.” (Mesnevi, C.2, 2238-2243.beyitler)
Bununla
da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor; “Bugün
Ahmed benim; Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim; Ama yemle beslenen
kuşcağız değil.” (Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi,
İst/1985, 4.basım, s.203)
“Seçilmiş Muhammed’in
yolunun tozuyum” diyen Mevlana, bunları da diyemez. Bu söz birinci Mevlana’ya
aittir.
Ve
devamla, Allah olduğunu söylüyor; “Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı
Tanrılık şarabından. Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların
aradığı sultan. Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Cuma mescidi
değilim, insanlık mescidiyim ben.” (A. Gölpınarlı, a.g.e. s.292)
Mevlana,
bir işin yapılmasını emreder. Şeyh Muhammed Hâdim, ‘İnşaallah (Allah dilerse)’
deyince Mevlana bağırır. “A aptal, ya söyleyen kim?” Fakat bu Tanrılığı
yalnızca kendisine hasretmez. Ona göre; herkes Tanrı’dır ve insan insanlığını
anlayınca O olur.” (A.Gölpınarlı, a.g.e, s. 196)
“Ey
canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte, kadında söze ve vasfa sığmaz
ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan
kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu
“ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir
can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. (Mesnevi, C. 1,1785-8 beyitler)
Burada
da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oynamak için, kedisinden bir
parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve
yanlış diye bir şey olmadığını, oynanan oyunun -karşı rakipler olmadığından-
ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söyler.
Hatta Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söyler. Şöyle ki: “Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.” (Mesnevi, C.1, 2467-8.beyitler)
Hatta Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söyler. Şöyle ki: “Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.” (Mesnevi, C.1, 2467-8.beyitler)
Mevlana,
kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin
böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden
kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir,
dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur.
Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinlerin aynı olduğunu söyler.“Mızrak,
kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. Ondan
dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir
saat aynı.” (Mesnevi,
C. I, 3503–3504. Beyitler)
Mevlana,
ne kadar büyük evliyadır bilemeyiz ama şeyhinin içki içtiği herkesin malumudur.
Hatta onun içki içmesi ile ilgili takılanlara çok ağır küfürler etmektedir.
Mevlana’ya bir gün fakihler, şarap helal mi, yoksa haram mı? diye takılırlar.
Maksatları Şems-i Tebriz’e laf sokmaktı. Mevlana bunun üzerine şöyle dedi;
“İçse
ne çıkar? Bir fıçı şarabı denize dökseler denizi bozmaz. Böyle tuzlu denize
düşen her şey tuz hükmüne girer. Bu denizin suyuyla abdest almak, onu içmek
caizdir. Fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. Böylece tuzlu
denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Eğer Şems-i Tebriz içiyorsa ona her şey
mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi
yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.” (Menakıb’ül-Arifin, Eflaki, C.2, s. 72)
Mevlâna,
nihayet halka haram olan şarabın Kalenderilere helâl olduğunu söyler ve derki;
“Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar
diye yasaklanmıştır. Yoksa şarap, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir,
aşağılık kişilere haram.” (A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım. s.
198-200)
Mevlâna’da
fatalizmin/kaderciliğin en katmerlisini görebilirsiniz. “Kimin haddi vardır ki
kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin! Çünkü
Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir
kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve
kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!” (Mesnevi C. 1,
3889-92.beyitler)
Görüldüğü
gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç
ve suçlu yoktur.
Mevlana
dini ilimleri öğrenmeye de karşıdır; İlim dediğin, hocadan, kitaptan öğrenilmez,
direk Allah’tan alınır(!) “Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen
kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçup gider.” (Mesnevi, C.I,
3449.beyit)
“Şeyh,
Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müritlere sözsüz dersler verir.” (Mesnevi, C.2, 3323.beyit)
Mevlana’ya
göre, ilahi hakikatler akılla kavranamaz. Ona göre aşk ve vecdle anlaşılan
ilahi gerçek karşısında akıl, çamura batmış eşek gibidir. Ona göre akıl, körün
elindeki değnek gibidir. (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.157-8)
Aklı
kullanan, onunla kıyas yapan kişileri İblis’e benzetir ve “İlk kıyas yapan
İblis olmuştur” der.
Şems,
şer’i ilimlere “kıl-ü kâl /dedi kodu” der. Güya Şems, Mevlana’nın tüm
kitaplarını havuza atar. Mevlana; “Biz Kuran’ın özünü ve ruhunu aldık, postunu
köpeklerin önüne attık” diyerek Kuran’ın bir kısmını gereksiz olduğunu
söyleyebilir. Ebussuud Efendi’nin bu konudaki fetvası çok nettir: “Bir kimse Mevlana’nın Mesnevisini okumak,
Kuran’ı okumaktan daha faziletlidir, zira Mesnevi Kuran’ın özüdür dese” kâfir
olur ve katli helal olur” der. (Süleyman Uludağ, a.g.e. s.141-2)
Fazla söze
hacet yoktur. Mesele anlaşılmıştır. Takdir ve tercih okuyucularımızındır.