26 Ocak 2011 Çarşamba


Biriktirmek Kebaire'l İsm’dir!

  Atilla MORÇOL



            İnfak Allah’ın fadlını  aramaya, cimrilik; biriktirmeye ve müstağnileşerek haddi aşmaya götürür. Peygamberlere isyan ederek helak edilmiş tüm kavimlerin,  helaklerine neden olan cürümlerinin temelinde; mal ve mülk tutkusu ve bunun elde edilmesi ile  tadılan zevkler, şehvetler ve safahat yatmaktadır.
            Ey mele-i mütref! Ve ey bunlara  öykünen ve taklit eden  maymunlar! Allah’ın sizleri üzerine müstahlef kıldığı serveti zevk ve sefanıza harcıyor, yoksulların haklarını unutuyorsunuz. Şehvet’i servet; sizi müstağnileştiriyor, elinizdeki servetin sahibi olan Allah’ın  uyarı ve vaadlerini görmezden geliyorsunuz.Sarhoş ve cezbe sekeratı içinde Hangi akibete doğru  gidiyorsunuz!? Görmezlikten geliyorsunuz.  “İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su… Kapkara boğucu bir duman… Ne serinletir ne rahatlatır… Çünkü onlar bundan önce zenginliğin şımarttığı kimseler (mutrefîn) idi ve/yani büyük günah (hınsı’l-azîm) üzerinde ısrar ediyorlardı.”[1]
            Ey müslümanlar Rabbinizin şu uyarısına kulak veriniz ve ellerinizi israftan çekiniz!:  “Size verilmiş bulunan şeyler dünya hayatının metaıdır. Allah’ın yanındakiler ise iman edip sadece Rablerine dayananlar için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Onlar büyük günahlardan (kebâire’l-ism) ve çirkin davranışlardan uzak dururlar.” [2]
            Nedir bu “kebaire’el ism?”  ve çirkin davranışlar? Baqara 219  da içki ve kumar’dan bahsedilir. İçki zevk ve sefa aracıdır. Kumarsa bir anda servet sahibi olmanın yolunu açan şeytani bir yöntemdir. İkiside dünya metaına uzanmanın  gayri meşru aletleridir. Ayetin  Peşinden gelen infak konusu  ise, ahiret yurdu için hayr kazanma salihatıdır. Tercih edilmesi gereken; Dünya metaı mı, Allah’ın yanındaki nimetmi!?  Dünya metaını tercih edenler  Allah’ın yanındaki nimete müstağnileşirler. Zevk ve sefaya dalarak hayra yönelmezler. Hayra yönelmemek başlı başına bir müstağnileşmedir. Yani hayra ve  getirisi  ahiret yurdunun  mükafaatına ihtiyaç duymamaktır. Müstağnileşmek, Allah’a karşı işlenmiş büyük bir zulümdür. Zenginleşme; yoksul ve muhtacların haklarının  zımmete geçirilmesi ile oluşmaktadır.Nerden balılırsa bakılsın cürüm içinde cürüm.  “Ey iman edenler! Birbirinizin mallarını karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla dahi olsa haksız yere yemeyin. Kendi kendinizi aldatmayın. Allah size karşı gerçekten merhametlidir. Kim haddi aşarak, haksızca bunu yaparsa yarın onu ateşe atacağız. Allah’a göre bunu yapmak çok kolaydır.” [3]  Mahrum ve muhtaçlara ait olan pay üzerinde Allah’ın hükmettiğinin dışında bir icraat; meliklik iddiasıdır ki Allah’a karşı işlenmiş  büyük bir cürümdür.  “Eğer siz yasaklandığınız büyük günahlardan (kebâir) kaçınırsanız kusurlarınızı (seyyiât) bağışlar ve itibarınızı yükseltiriz.” [4]

“Biribirinizin mallarını yemek!”  servet tutkusu, müstağnileşmeye ve Allah’ı unutmaya götüren büyük (Kebair) cürümdür. Zira üstünlük olarak görülen mal, gerçek sahibi olan Allah’ın muradı dışında kullanıldığında elim bir azab nedeni olabilmektedir.  Eğer  başkasının hakkını yemez onu hak sabine verirseniz (Sadaka, Zekat ve infak) doğru bir istikamete yönelmiş olursunuz ki Allah’ta kusurlarınızı bağışlar ve tertemiz bir şekilde kurtuluşa erenlerin arasına katılırsınız. Ellerinizle kazansanız da ele geçirdiklerinizdeki payınız ihtiyaçınız olandır. “Allah'ın kendisiyle kiminizi kiminize Tafdil[5] ettiği Şey’i Temenni etmeyin. Erkekler için kendi kazandıklarından bir Pay, Kadınlar için de kendi kazandıklarından bir Pay var’dır. Allah'tan onun Fadlı’nı[6] isteyin. Gerçekten Allah Herşey’i Bilen'dir.”[7]

Dünya metaını temenni etmek, cimrileşmeye ve müstağnileşmeye sevk eder. Toplumda servet sadece belli kimselerin elinde dönüp dolaşan bir metaa dönüşür.[8] Fıtrata aykırı sosyal yapıyı bozan, aldatmayı ve çatışmayı doğuran  oligarşik bir  yapıya dönüşür toplum. Kazandıklarında kendi paylarından fazlasını (İhtiyaç fazlası)  biriktirerek servet yığanlar Kur’an’ın  insan/Mülk ilişkisini anlayamazlar. Hoş bunu ‘yoksullar’dan bir çoğu da anlıyor değil ya, bu bahsi diğerdir! Mal ve mülk üzerinde  gerçek sahip olan Allah’la birlikte ortaklık iddiası olan mulukiyyet; zulmün Aziym olan (Azim bir zulüm) olan şirktir. Kur’an’da bu kadar üzerinde durulmasının sebebi budur. Beşeriyetin temel çelişkisi Tevhid ve şirk  çatışmasıdır. Bir tarafta Allah’ın elçileri  ve onlara tabii olan mü’minler (Mukarrebun,önde gidenler. Eimmetül Huda iyilerin imamları.Sabigun.Kendilerini Kurban edenler,(Grb) adayanlar ile Ashab-ı Yemin, Ashab-ı Meymene’de denilen Ibadurrahmanlardır.)  diğer tarafta İblis la ve  taraftarları ashabı şimal; fecere ve kefere ehli. Bunlar Allah’ın  eşya üzerindeki malikiyyetine ortak olma cüretini göstererek zevk ve safahat cezbesine tutulmuş akletmeyen ve düşünmeyenler taifesidir. Tevhid ehli ise kendilerine verilen emanetleri nasıl tasarruf edeceklerini bilen ilim ve hikmet sahibi mü’minlerdir. Onlar üzerlerine müstahlef oldukları nimetten kendilerine ihtiyaçları kadar bir pay olduklarının  bilincindedirler. Fazlayı hak sahiplerine gönül rızası ile verirler.
             Mala teveccüh edenler Allah'a sırt çevirmişlerdir. Allah'a yönelmeden önce  mülkle ilişki Allah'ın muradına uygun  düzeltilmelidir.  Kişinin  bir tek kalbi vardır ve hazinesiyle birliktedir. Hayr Hazinesi olan ahirete yönelir. Hazinesi dünyevi olanın kalbi dünya nimetleri için atar.Mala  ve dünyevi nimetlere sırtını dönemeyenler Allah'a yönelemezler. Tüm peygamberler,nebiler,salihler  dünyaya sırtlarını dönmüşlerdir.Gözlerini dünyanın geçici nimetlerine dikenler, kemalata ulaşamazlar.
            Allah’ın insanı üzerine müstahlef kıldığı malı kenz edip biriktirmek, elim bir cezayı gerektiren[9] büyük bir  günah; hınsı’l-azîm dir.


[1] Vakıa; 56/42-46
[2] Şura; 42/36-37
[3] Nisa; 29-30
[4] Nisa;31
[5] Üstünlük nedeni sayılan ihtiyaç fazlası malı biriktirmeyi temenni  etmemek tavsiye ediliyor. Allahın verdiği (Kazanılan)  mallarda kişinin payına düşen kendi elleriyle kazandığıdır. O da ihtiyaç miktarıdır. Fazlası  toplumundur.
[6] 1. İyilik. 2. Fazilet. 3. Erdemlilik.
[7]  Nisa 32
[8]  59 Haşr 7 ” Allah'ın o Qarye Halkı’ndan Elçisi'ne verdiği Fey, Allah'a, Elçisi'ne, Yakın Aqrabalığı olanlar’a ve Yol’da kalmışlara ait’tir. Öyle ki Siz’den Zengin olanlar arasında dolaşan bir Devlet olmasın. Elçi Size ne verdiyse alın, Sizi neden sakındırırsa artık Ondan sakının ve Allah'tan ittiqa edin. Elbette Allah Azab’la sonuçlandınrması pek Şiddetli olan’dır.”    
[9] Tevbe 9/34-35

23 Ocak 2011 Pazar

İslami Yönetim Anlayışı
Tarihi Vasat,İlkeler, Temenniler 

Vahiy ve Rasulullah’ın dilinde; Devlet ve Siyaset


Atilla MORÇOL

İslam yönetim anlayışına  getirdiği ilkelerin başında adalet gelir. Adalet,eşitlik (kıst) ,özgürlük konusunda İslamın gösterdiği hassasiyet; yönetimlerin   meşruiyetleri açısından bir göstergedir. Adalet ve kıst  ne anlama geliyor? Yöneticilerin halka karşı uygulamada muhayyer olduğu bir ilkemidir? Akide ile bir irtibatı varmıdır? Adalet Allah’ın ve mü’minlerin esmaından ve vasıflarındandır. Zulum mü’minin vasfı olamayacağı gibi insan menşeili siyasi otoritenin de siyaseti/ameli  olamaz. İslam Adalet, eşitlik (Kıst)  sevgi ve merhamet (Hikmet) temelli bir yönetim dilemektedir. İslam Devleti;despot,zora başvuran, ceberut bir devlet olamaz. Zira İslam barış demek, sevgi  ve selamet demektir. Dinde zorlamanın olmadığı  bir Dinin devleti, vatandaşlarına nasıl siyasetini dikte edebilir, istibdat uygulayabilir?. Allah bireyi baskı ve zorlama altına almadan, gönüllülük temelinde İslama teslim olmasını, kendisine ibadetleri ve kulluğu özgür  iradesiyle yapmayı dilerken!. İmtihanda zaten böyle özgür bir vasatı gerekli kılar. Aksi durumda imtihan vasatı; Allah’ın muradı dışında bozulmuş olur. Toplum denen Vasatta;  aktif olan,insiyatifi elinde tutan; kendi rengini topluma verecek,  iktidar mevkiine toplumun arzu ve isteği ile gelecektir. Eğer toplumda iyiler  yükümlülüklerini yerine getirmeyerek toplumun gerisine düşecek olursa  toplum, ehil olmayanları iktidar mevkiine getirecek, toplumla birlikte iyilerde bu musibetten  payını alacaktır. Böyle bir özgür vasat, iyileri daha iyi,aktif iyi, sürekli iyi hale getirecek ve ‘iki günü eşit olan ziyandadır’ ikazı manasını bulacaktır. Vahiy'de geçen yönetim ilkeleri ile ilgili ayetlere toplu olarak bir bakalım:

-Nisa 004.58-“Hiç şüphesiz Allah Emanetler’i Ehli’ne Teslim etmenizi ve İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman Adalet’le hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah Size ne Güzel Emir veriyor. Doğrusu Allah İşiten'dir, Gören'dir.”
-Nahl 016.90-“Elbette Allah Adalet’i, İhsan’ı, Yakınlar’a vermeyi emreder. Fahşa’dan Münker’den ve Zorbalıklar’dan sakındırır. Size Öğüt vermektedir. Umulur ki Öğüt alıp düşünürsünüz.”
-A’raf 007.29-“ De ki: "Rabb'im Adalet’le davranmayı emretti. Her Mescid yanında Yüzleriniz’i doğrultun ve Din’de O'nun için Muhlisler olarak O'na Dua edin. İlkin Sizi yarattığı gibi döneceksiniz."
- Şura 042.15-  “ Şu halde Sen bundan dolayı Dawet et ve emrolunduğun gibi İstiqamet tuttur. Onların Hewaları’na uyma. Ve de ki: "Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım. Aralarınızda Adalet yapmakta emrolundum. Allah Bizim de Rabb'imiz Sizin de Rabb'inizdir. Bizim Amellerimiz bizim sizin Amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir Tartışma konusu yoktur. Allah bizi bir arada  toplayacak ve Dönüş O'nadır."
042.37-Büyük Günahlar’dan ve Fahşa’dan kaçınanlar ve gazablandıkları zaman Bağışlayanlar,
042.38-Rabb'lerine İcâbet edenler dosdoğru Salat’ı kılanlar, İşler’i kendi aralarında danışarak (Şura) olanlar ve kendilerinden Rızıq olarak İnfaq edenler,
042.39-Ve haklarına Tecawüz edildiğinde Birlik olup karşı koyanlar’dır.
042.40-Kötülüğün Karşılığı Onun Misli olan Kötülük’tür. Ama kim affeder ve Islah ederse artık onun Ecr’i Allah'a aittir. Gerçekten O Zalimler’i sevmez.

-Kasas 28/55 “ Boş sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve, "Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selam olsun size (bizden size zarar gelmez). Biz cahilleri istemeyiz" derler.
-Maide 005.42-“Onlar Yalan’a kulak tutanlardır. Haram Yiyiciler’dir. Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüzçevirecek olursan Sana Hiçbir     Şey’le zarar veremezler. Aralarında hükmedersen de Adalat’le hükmet. Elbette Allah Adalet’le hükmedenleri sever.”
-Nisa 004.135-“Ey İman edenler, kendiniz, Anne-babanız ve Yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için Şahidler olarak Adalet’i Ayakta tutanlar olun. İster Zengin olsun, ister Fakir olsun, çünkü Allah Onlar’a daha Yakın’dır. Öyleyse Adalet’ten dönüp Hewanız’a uymayın. Eğer Diliniz’i eğip büker ya da yüzçevirirseniz, elbette Allah, yaptıklarınızdan Haberdar'dır.”
-Maide 005.08-“Ey İnananlar, Adalet’li Şahidler olarak Allah için Haqq’ı ayakta tutanlar olun. Bir Topluluğa olan Kininiz Sizi Adalet’ten alıkoymasın. Adalet yapın, bu Taqwa’ya daha yakın’dır. Allah'tan ittiqa edin. Elbette Allah yapmakta olduklarınızından Haberdar'dır.”
-Sad 038.26-"Ey Dâwud, gerçek şu ki, Biz Seni Arz’da bir Halife kıldık. Öyleyse İnsanlar arasında Haqq ile hükmet, Hewa’ya uyma. Sonra Seni Allah'ın Yolu’ndan saptırır. Elbette Allah'ın Yolu’ndan sapanlar, Hesap Günü'nü unutmalarından dolayı Onlar için Şiddetli bir Azab vardır." (dedik)”
-Enam 006.152- "Yetim’in Malı’na O Ergirlik Çağı’na erişinceye kadar o en güzel dışında yaklaşmayın. Ölçü’yü ve Tartı’yı Doğru olarak yapın.Hiçbir Nefs’e Gücü’nün kaldırabileceği dışında birşey yüklemeyin. Söylediğiniz zaman yakınınız dahi olsa  Adil olun. Allah'ın Ahdi’ne de Wefa gösterin. İşte bunlarla Size tawsiye etti. Umulur ki Öğüt alırsınız."
-Furkan 025.19-"İşte Sizin söylediklerinizi yalanladılar, Artık  geri çevirmeye veya Yardım’a gücünüz yetmez. Siz’den Zulmedenler’e, Ona Büyük bir Azab taddıracağız."
-İsra 017.33-      Haqlı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir Kimse’yi öldürmeyin. Kim Mazlum olarak öldürülürse Onun Welisi’ne Yetki vermişizdir, O da Öldürme de Ölçü’yü taşırmasın. Çünkü, O gerçekten Yardım görmüştür.
017.34-      Erginlik Çağı’na erişinceye kadar, O da en Güzel bir Tarz olması dışında Yetim’in Malı’na yaklaşmayın. Ahd’e Wefa edin. Çünkü Ahid bir Sorumluluk’tur.
017.35-      Ölçtüğünüz zaman Ölçü’yü tam tutun ve Dosdoğru bir Tartı’yla tartın, bu, daha Hayırlı’dır ve Sonuç bakımından daha Güzel’dir.”
-Hud 011.113-   “Zulmedenler’e meyletmeyin, yoksa size Ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka Welileriniz  yoktur, sonra Yardım da göremezsiniz.”
-Şura 042.39-  “Ve haklarına Tecawüz edildiğinde Birlik olup karşı koyanlar’dır.
042.40-Kötülüğün Karşılığı Onun Misli olan Kötülük’tür. Ama kim affeder ve Islah ederse artık onun Ecr’i Allah'a aittir. Gerçekten O Zalimler’i sevmez.
042.42-Yol ancak İnsanlar’a zulmeden ve Yeryüzü’nde Haqqsız yere Tecawüz ve Haqqsızlıkta bulunanlar’ın aleyhinedir. İşte bunlar için Acıklı bir Azab var’dır.”
-Nisa 004.29-Ey İman edenler, Mallarınız’ı Siz’den karşılıklı Anlaşma’dan doğan bir Ticaret’ten başka Haqsız neden ve Yollar’la yemeyin. Ve Nefisleriniz’i öldürmeyin. Şüphesiz Allah Size çok Esirgeyen'dir.
-Hacc 022.41-Onlar ki, Yeryüzü’nde kendilerini yerleşip kılıp İktidar Sahibi kılarsak Salat’ı iqâme ederler, Zekat’ı verirler, Ma'ruf’u emrederler, Münker’den sakındırırlar, Bütün İşler’in Sonu Allah'a aittir."
-Tevbe 009.71-"Mü'min-erkekler ve Mü'min-kadınlar birbirlerinin Welileridirler. Ma'ruf’u emreder, Münker’den sakındırırlar. Salat’ı kılarlar, Zekat’ı verirler ve Allah'a ve Elçisi'ne İtaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine Rahmet edeceği bunlar’dır. Şüphesiz Allah Aziz'dir, Hakim'dir." 
- Al-i İmran 003.114-"Bunlar, Allah'a ve Ahiret Günü'ne İman eder, Ma'ruf’u emreder, Münker’den sakındırır ve Hayırlar’da yarışırlar. İşte bunlar Salih olanlar’dır."
 
      Bu ayet meallerinden anlaşılan o dur ki, Kur'an;yalın bir şekilde, Devlet Kurma yükümlülüğü,devletin olmazsa olmazlığı,devletin  yada yönetim şekliyle ilgili bir emr ve tavsiyede bulunmamaktadır. İlke ve ahlak olarak emr ve tavsiye edilen bu ahlaki ilkeler; gerek sivil hayatta ve gerekse kamusal alanda her müslümanın ister yönetici ister yönetilen olsun uyması,riayet etmesi gereken ilkelerdir.
 
            Rasulullahın davetin Mekke döneminde, devletle ilgili yada  devlet olma iddia ve amacına ilişkin tek bir sözü vaki değildir. Aksine bu dönemde; davetten vazgeçmesi halinde Mekke oligarşisinin kendisine krallık,emirlik gibi tekliflerine çok sert ve net reddiyeleri vardır.
            Kur’an da ise devlet olma yükümlülüğü ile ilgili yalın bir ayet bulunmamaktadır. Veliyyül Emr konusu devlet otoritesi olmadan da müslümanların oluşturacağı cemaat hayatında  uygulayabilecekleri bir husustur. Kur’anda Medine döneminin ilk döneminden sonra  gelen  bazı hüküm ayetleri; siyasi bir otoriteyi gerekli kıldığı (Yani devlet erkini) şeklinde yorumlanabilmektedir. Bu doğrudurda. Zaten insanın yeme içme gibi fıtri ihtiyaçları neyse, toplumlarında  düzen ve dirlik için gerekli devlet otoritesi  ihtiyacı o dur. Rasulullah’ın insanları ve devlet ve Kabile başkanlarını İslama davet etmesi yanında birlikte bir siyasi devlet, imparatorluk, birlik kurma amacına dönük en ufak bir işarete rastlanmaması manidardır ve bu durum İslamcı geleneğin illada “devlet ve siyaset “  kompleksiyle çelişmektedir. İslamın bir kısım cezai müeyyideleri, medeni hukuk sahasına giren miras ve evlilik gibi anlaşmaları takip gibi devlet nizamını gerekli kılan uygulama vasatı bulunamadan müslümanlık yaşanamamış mı sayılacaktır. Yani Mekke döneminde hayatını kaybetmiş bir Sümeyye ve eşi Yasir ra   İslam Devleti altında yaşamamış olmalarının eksikliğini görecekleri düşünülebilirmi?!  Bu onların ve bu gün Dünyanının her hangibir bir yerinde Baqara 177 ayetindeki ‘Birre’ eren mü’minlerin durumuna  halel getireceği iddia edilebilirmi?!Devlet teşekkülü  mü’min olmanın asli bir gereğimidir. Birre ulaşmak için islam devleti olmazsa olmaz  bir gereklilik midir. Öyleyse Vahiy süreci neden bir ay bir yılda değilde insan ömrünün neredeyse yarısına tekabül edecek 23 yıl gibi uzun bir zaman diliminde tamamlanmıştır? Ahkam ayetlerinin de çoğunlukla  Medine’nin ikinci Yarısında nazil olması bu açıdan ne anlama gelmektedir? Bu sorulara akliselim ile verilecek cevap daha doğrusu tefekkür; İslamcı/Siyasi İslam  ekolünün ‘İslam Devleti’ önceliğinin; Vahiy ve Nebevi Sünnette bir temelinin olmadığı ve doğru yol ve yöntemin Vahyin Rehberliğinde Rasulullah’ın takip ettiği yol yöntem olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte  yukarıdaki Ayeti Celileler  yönetim ve İslam siyasası konusunda, eğer  Müslüman bir topluluk bir bölgede cemaat yada devlet olma aşamasına gelmişse; temel ilkelere işaret etmesi bakımından önem arz etmektedir. Dikkatle okunacak olursa bu ayetler, bir model yönetim şekli değil,  Müslümanların  kendi görgü ve deneyimleri ile dünyada genel geçer yönetim anlayışından yararlanarak kendi toplumları için oluşturcakları yönetim ve siyasa için; ilke ve kurallar, ahlaki normları ifade etmektedir. Sırasıyla Vahiy  İslam siyasasına yani yönetime anlayışına   hangi ilke ve ahlaki  normları  esas almamızı istiyor görelim:
            Görüldüğü gibi Kur’an; müslüman yöneticilere ve islami bir yönetime uyması gereken ilkeleri, davranış ve ahlakı emretmekte yada tavsiye etmektedir.Müslümanlara uygulamaları için bir model olarak yönetim şekli sunmamaktadır. Bunu insanlığın ortak aklına ve insanlık tecrübesine bıraktığı anlaşılmaktadır. Ki bu Vahyin mucizevi yönüdür. Kur’an da bahsedilen ilkelerin başında Adalet gelmektedir.[1] Emaneti ehline vermeyi emreder, (Emanete riayet)[2]  Fahşa’yı, Münker’i ve Zorbalıkları yasaklar.[3]  Daveti emretmekte, zorlama ve çatışmayı değil gönüllülüğü esas almaktadır.[4]   Gayri müslümlerin hevalarına uymamayı,onlardan yüz çevirmeyi, tavır takınmayı  salık verir.[5] Adalet’li Şahidler olarak Allah için Haqq’ı ayakta tutmayı emreder,işlerini şura ile yapmayı düşman dahi olsa adaletsizlik yapmamayı,aşırı gitmemeyi emreder.[6] Haksızca bir nefsi öldürmek yasaklamıştır.[7] Yetimi gözetmek, ölçü vetartıya riayet emredilmektedir.[8] Zalimlere meyletmeyi yasaklamış, haksızlığa karşı hep birlikte karşı koymayı  emretmiş, mütecavize misliyle cevap vermeyi, aşırı gitmemeyi emretmiştir.[9] Her türlü istismar, haksız  mal yemeyi yasaklamıştır.[10]

            Rasulullahın vefat etmeden önce Kendisinin yerine geçecek bir Halifeyi seçmemesi ya da seçme yöntemini ve usulünü göstermemesi ilginçtir. Bu konuda gerek Şia’nın ve gerekse Sünni ekolün imamet ve halife teorileri Rasulullahın vefatından sonra oluşturulmuştur. Sakife’deki tartışmalar ve sonuçları; zanni, tartışmalar sonucu oluşturulan içtihadı sonuçlardır. Sakife’deki toplantı, Sünniler açısından Halife seçiminde en önemli referans olmakla birlikte, Halife Ali’den sonra tarihin hiçbir döneminde uygulama olanağı bulamamış ve halifelik hep babadan oğula ya da kardeşlere geçen bir siyasi miras konusu olmuştur. Kur’an da Rasulullah’ın vefatından sonra yönetimin nasıl ve ne şekilde ve kimin elinde olması noktasında bir hüküm bulunmamaktadır.  Gerek Rasulullahın ve gerekse Allah’ın bu konuda bir saptama ve emir buyurmaması, yönetim konusunu İslam’ın genel ilkeleri doğrultusunda ümmete bırakıldığını göstermektedir.  Ümmet yönetim konusunu İslamın  bu konudaki ilkeleri, tecrübeler, halihazırdaki kavimlerin yönetim şeklini dikkate alarak kendi akıl ve tecrübeleri doğrultusunda ancak İslam’ın genel ilkeleri bağlamında bir yol izleyecektir ve böyle de yapmıştır. Ebu Bekr’in Sakifedeki ilk beyat ve sonrasında Mesciddeki genel beyatın mahiyeti ve esasları, şekli ile ilgili Kur’an ve Sünnette hiçbir delil bulunmamaktadır. Konu tamamen zanni kıstaslar çerçevesinde ceryan etmiş, hatta aceleye getirilerek etraflıca bir tartışma ve istişareye bile girilememiştir. Nitekim Ebu Bekr’in Ridde Savaşlarından sonra Medinede mimbere çıkarak üç gün üstüste ümmete “beni azledin”  diye müracaatının altında “acaba usulde bir yanlışlık yaptıkmı?” endişesinin yattığı açıktır. Kur’an da bu konuda bir yol ve yöntem vaz edilmemiş olmasının temelinde ideal bir toplum ve ülke tasavvuru ( Ümmet ve Darusselam) öngören Allah; ideal toplum ve ülke  tasavvurunu da  23 yıllık vahiy süreci ile inşaa etmeyi, murat ettiği  arınmış, mukarreb, ıbadurrahmanlara bırakmıştır.  Birre ulaşmış mukarreblerden oluşmuş bir toplumda, aslında devlet ve yönetim mekanizmasına bile gerek bulunmamaktadır. Ancak toplum içinde herkesin ayni olgunlukta olması reel bir gerçeklik olmadığından eşitlik ve adalet, iyilik ve özgürlük, hukuk ve nizam gereği devlet aygıtına gereksinim duyulmuştur.  Kuranda ve Nebevi Sünnette Devlet olmayla ilgili bir yükümlülükten ve hedeften bahsedilmemesinin sebebi budur. Eğer lüzum ve gerek duyulması halinde bu ihtiyacın iki büyük emanet;[11] Kur’an ve Itret ile zamanın icapları ve insanlığın ortak tecrübeleri ile oluşmuş bir pratikten istifade ile halledilmesi gerektiği aşikârdır. Yönetim ve devlet konusunda olup bitenlere, sünni aklın özelde Ehli Hadisin masumiyyet zırhı giydirerek; Ashabı Kiramın eleştirdiği, tanımadığı hatta kılıç çekerek savaştığı zanni ve içtihadi uygulamaları ‘Vahiy’ gibi algılama yanlışı[12] İslam Ümmetinin hiçbir derdine çare olmamış, aksine meşru olmayan zalim yönetimlerin sözde meşruiyetine payanda olmaktan öte gitmemiştir.

Yönetimin Seçilmesi ve Denetlenmesi Sorunu

            Peygamberin halk tarafından denetlenmemesi ve sorgulanmaması, dini ve akidevi bir zorunluluk idi.Bu ilke O'ndan sonra da,ilk dört halife döneminde yer yer sorgulansa da denetlenmezlik devam ettirilmiştir. Helede Emevi ve Abbasi "Halifeleri" döneminde tanrısal bir layüsellik zırhına büründürülerek eleştiri dahi şiddetle cezalandırılır olmuştur. Zalimde olsa "halife" sultanlara  itaat adeta akidevi bir  gereklilik olarak görülmüştür. Yeterki yönetici; Allah’a isyan etmeyi emretmemiş olsun. Halife Osman’ın muhaliflerinin eleştirilerine ve “istifa et “ baskılarına verdiği;”Kendini azlet sözünüze gelince; Allah’ın giydirdiği diğerlerinin arasından bana tahsis edip lutfettiği bir gömleği asla çıkarmam!”[13] Şeklindeki cevabı ilginçtir ve daha sonra iktidarı ele geçiren ümeyyeoğulları halifelerinin temel şiarı ve dayanağı olacaktır. “Bizi Allah bu makama getirdi” anlayışı,Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ile birleşince “Halifeye” karşı gelmek yada muhalefet etmek Allah’a karşı gelmek ve muhalefet etmekle bir tutulmaya başlandı.Bunun da muhalefetin özgürlüğünü ortadan kaldırdığı,yönetimi despotlaştırdığı,istibdatın yolunu açtığı[14] aşikardır..Nitekim Muaviye Sultan olup egemenliği ele geçirince Kufe’de  halka şöyle seslendi:” Ey Küfeliler!Sizinle başınıza emir olmak, başınızı eğdirmek için savaştım!Gönlünüz olmasa da Allah bunu bana lutfetti!”  Halka rağmen Allah’ın lutfetmesi anlayışı Allah’ın Nas’ın yanındaki duruşunu tersyüz edip müstebitin yanında olduğu iddia; İslamın yönetim anlayışını toz duman eden bir fay hattı niteliğinde olmuştur. Bu anlayışa göre, Nas; müstebit idareciler, sultanlar ve fravnlar için, onların tebası,kölesi olsun için yaratılmıştır! Bunlar, halk istemesede halkın tepesinde istedikleri gibi yöneticilik hakkını ilahi bir imtiyaz olarak kendilerinde görmektedirler. Oysa Allah; Nas'ın/Halkın tepesine tebellaş olan böylesi bir keyfiliği, istibdatı, istismarı  ve istizafı  ortadan kaldırmak için, elçiler ve kitaplar göndermiştir. Tevhid elbisesine bürünmüş cahiliyenin bir çehresini ortaya çıkartan anlayış böyleortaya çıkmıştır. Halka dayanmayan ve halkın denetiminde olmayan tüm rejimler İstibdatı,keyfiliği ve istismarı araç edinmiş yönetimlerdir. Başlangıçta böyle olmasa bile zaman içinde totaliterizme kayma, despotizmi ve istibdatı siyaset aracı olarak kullanma karakterine ve istidatına sahiptir.
              Müslümanların bu gün "İslam" diye hangi yönetim şeklini savunduğu iyi analiz edilmeli ve anlaşılmalıdır. Yezidin Ridde Vakasında Medine de 10.000 Müslümanı katletmesi, katledilenler içinde 80 sahabi olması ve bu kanlı katliamla Bedir Ashabının kökünün kazınması, Halife Osman dönemindeki kırılmanın nerelere geldiğini göstermesi açısından önemlidir. Emevi Sultanı Abdulmelik ve meşhur komutanı Zalim Haccac’ın  zalim siyasetine karşı ayaklanan Abdurrahman bin el Eş As hicri 81 de Irak, Basra da halkın desteğini alarak ayaklandı. Kanlı bir şekilde bastırıldı ve sadece zindanlarda 120.000 Müslüman işkence altında katledildi. Burada şu soruyu sormak bir yükümlülüktür; Bu denli zulüm ve kanlı siyaseti yönetim aracının esası haline getirmiş bir hilafet anlayışı nasıl oluyor da bir kısım Müslümanlar tarafından meşru görülebiliyor!? Bu vahim durum;  Vahyi anlayıştan  ne kadar sapıldığının açık bir göstergesi olarak sırtımızdaki kamburu göstermektedir.Ve bu gün İslam Dünyasındaki istibdat ve baskı yönetimlerinin  varlıkm sebebini ortaya koymaktadır. Bu günün dünyasında  müstebit,otoriter ve keyfi yönetimler, müslümanlar tarafından  o kadar kabullenilmiştirki; halkın hoşnutluğu esasını getiren seçimle iktidar olmayı, iktidarın muhalefetle ve yargıyla, parlamento  ile denetimi, halk iradesinin yönetimi belirlemesini, hukuk ve nizamın egemen oluşunu,  şirk olarak tanımlar olmuştur. İslamcılar; totalitarizm/Despotizm/İstibdat gibi otoriter,baskıcı ve keyfi yönetimlerden yana olmadıklarını, Halkın/Nasın yanında olduklarını açıkça Dünyaya deklare etmek zorundadır. Aksi durumda ne iktidara gelebileceklerdir, nede Dünya'yı gerçekçi bir şekilde okuyabileceklerdir. Tarihin gerisinde kalıp tasfiye olmak bu olsa gerektir..
            Rasulullah döneminde Allah tarafından fiili olarak denetlenen ve yönlendirilen Ümmet önderliği, Rasulullahın vefatından sonra bu yetkileri elinde bulunduran Halifelerin denetlenmemesi ve sorgulanmaması ile bir denetim ve murakebe boşluğuna düşmüştür. Hata ve yanlışları Allah tarafından vahiyle anında düzeltilen bir ululemr olmadığından, sistemde halkın denetimi ve sorgusuna yer verilmediğinden çok kısa bir zaman sonra yani Hicri 35 te  Halife Osman katledildi, Hicri 36 da da  Cemel Vakası gibi bir facia ve  bir siyasi kırılma yaşandı. Ne iktidarın yetkileri  disiplin altına ve dini kurallara bağlandı, nede muhalefet hukuku belirlendi. İktidar, yönetim ve muhalefet bir Nizama/hukuka bağlanmadığından, taraflar kendi nizamlarını kendileri belirlediler. Çatışmada kaçınılmaz oldu. Adalet ve zulüm üzerine, hayatın her alanını kuşatan  Kur’andaki onca  ayete ve  uyarı mekanizmasına rağmen, bu fay hattı öyle bir vasat ürettiki,Allah adına hükmettiklerini iddia eden sultanların ve  hatta her sürü[15] sahibi mükellefin  halka ve ehline nasıl zulmettiği,zulmetmek için bahaneler uydurduğu herkesin malumudur.
            Oysa Rasulullahın kendinden sonraki Halifeyi işaret ve tayin etmemesi manidardır. İlahi bir görevlendirme ile seçilmemiş her beşeri yönetim gibi halkın yöneticilerinin yine halk tarafından yada halk adına hareket eden kurumlar tarafından  denetim ve sorgulamaya tabi olmasına mebnidir. Buradaki incelik  ilk Halifeler zamanında ümmet tarafından anlaşılmış olmakla birlikte daha sonraki ihtilaflar ve çatışmalar sonucu kutsiyet örtüsü altına alınarak Yönetim  eleştirilemez,itaatten  yüz çevrilemez  hale getirildi. Allah dinde/kullukta zorlama yoktur buyururken, Müslümanlara  zorla hatta zerle beyat dayatılmış aksi durumda zindanla hatta Kerbelada olduğuı gibi Peygamber Evladı;  ölüm yada beyat tercihinden birine zorlanmıştır. Yöneticilerin yönetimi ele geçirmesini  Allah’ın bir iradesi sonucu olduğunu ve  Halifelerin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğu anlayışı ister istemez bir despotizme yuvarlanma potansiyeline sahiptir. Zira Elçiler hariç kimse Allah’tan vahiy almadığına göre işbaşına gelen yönetici, Halk tarafından denetlenecektir. Bu denetiminde yolu kapanırsa denetimsiz bir yönetim güç ve kudret vehmi ile firavunlaşacaktır. Bu bozulma ve fitne potansiyeli hep göz ardı edilmiş gerekli tedbirler ve düzenlemeler yapılmamıştır. Siyasi gelişmeler Rasulullah’tan sonraki önderlik tarafından, halkın itaati, yönetimin denetlenmezliği ve sorgulanmazlığı, ilk iki Halife dönemi hariç temelinde cereyan etti. Sünni anlayış tam bir itaat kültürüne doğru evrilirken, Şia muhalefet kültürünü yeğledi. Her iki yönelişin kendi referanslarını ‘mevzuu hadis’ fabrikasıyla ürettiği aşikârdır. Gerek Şia kaynaklarında gerekse Sünni kaynaklardaki, özellikle de yönetim ve siyaset konusundaki onca mevzu rivayet bu maksatla üretildiği anlaşılmaktadır. Zira her ekolün Halkın yönetimini ele alması ile ortaya koydukları pratik şiddet,baskı ve istibdat ortak paydasına sahiptir ve her iki fırkanın yönetim ve siyaset pratiği tarihinde; Rasulullah dönemindeki özgürlük, hoşgörü ve kardeşlik atmosferinin kıyısından bile geçilememiştir.
            Rasulullah’ın buyurduğu;”Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz!” sözü Siyaset ve yönetimin şekil, usul ve esaslarını ümmetin içtihat’ına bıraktığına bir işaret olabilirmi? Hadislerde ve Kur’an’da yönetimle ilgili olarak bir toplumu ‘a’dan ‘z’ ye yönetecek komple bir yönetim sistemi oluşturacak detaylar olmadığına ve aksine bu konuda büyük bir boşluk olması ilginç değilmi?  Rasulullah’ın Yemen Valisinin daha Mü’min bile olmamış eski Vali Bâzân’ı  yerinde bırakması nasıl izah edilebilir. Böyle olması yani yönetimle ilgili olarak sadece ilkelerin vazedilmiş olması; Allah’ın Nas’a verdiği değeri göstermesi bakımından önemlidir. Yönetim şeklinin Nas’a bırakılması, Ku’ran ve Sünnet (ki Rasulullah'ın model değilde örnek olması dikkate alındığında) ile  belirlenmeyen yönetim şekli ve esasları; zamana, tecrübeye,şartlara göre içtihatla belirlenmesinin maslahata ve hayatın gerçeklerine daha uygun olduğu anlamına gelmektedir.
            Hatırlanacak olursa; Ebu Bekr, büyük bir fitnenin kıyısından kıl payı sıyrılmayla sonuçlanan bir oldu/bitti ile yönetici seçildi. Ridde olaylarından sonra emiral mü'miniyn ebu Bekr; üç gün üst üste mimbere çıkarak Halktan AZLİNİ istedi. Muhalefetin başı olarak Ali ra bunu kabul etmeyerek Halk desteği ile meşruiyetine ikna olan Ebu Bekr ra görevine devam etti. Ebu Bekr’in azl talebinin altında seçilme şekli, zekât vermeyenlere ve İslam’dan dönenlere karşı yapılan savaşlarda büyük kayıpların kendini endişeye sevk etmiş olması açıktır. Bu nedenle meşruiyetinin tescilini istemiş ve gönül rahatlığı ile görevine devam etme yolunu yeğlemiştir. Halifenin ( Daha bu dönemlerde Halife tabiri kullanılmaya başlanmamış olmakla birlikte alışkanlık nedeniyle ve bir beis te olmadığından tarafımdan kullanılmaktadır.) endişesinin, Halifelik Makamına gelişte bir ihtimalde olsa meşruiyet sıkıntısı olabileceği endişesi olduğu açıktır. Zaten o gün bunu dillendiren muhaliflerin varlığı da bilinmektedir. Ömer’in Halifeliği döneminde Sakifedeki Halife seçimini dile getirerek böyle bir Halife seçiminden men ettiği ve Ümmetin haberi olmadan beyat alan halifenin katlini önermesi bunu göstermektedir. Halife Ömer’in seçimi Ebu Bekr’in tayin etmesiyle olmuştur. Bu Onun bir içtihadıdır. Ne Kur’an’a ne de Nebevi Sünnete istinat eder. Ebu Bekr’in seçilmesinde olduğu gibi. Halife Ömer kendisinden sonraki Halife seçiminde birden fazla aday belirleyerek bunlardan birinin seçilmesini ehli hal vel akte bırakmıştır. Yani yaşlılar Konseyine! Bu da bir içtihadtır. Dahası,öteden beri Arap ve mevali kabilelerinin kabile başkanı seçmede kullandıkları bir yöntem örnek alınmıştır. Ali’nin seçimi ise tam bir halk iradesi ile gerçekleştirilmiştir. Halk Ali’ye gelerek Onu Halife olmaya adeta zorlamışlar ve beyat etmişlerdir. Tüm Halife seçiminde ortak olan yön Halkın İradesine başvurulmasıdır. Ebu Bekr de, Ömer’de Osman’da ve Ali’de Halkın İradesine müracaat edilmiş olması, Beyat edip etmemede halkın özgür bırakılması;despotik istibdat bakış açısıyla Müslüman zihin arasındaki farkı ortaya koyması bakımından önemli bir ayrıntıdır. Dört Halife dönemindeki Müslüman zihni Vahiyle inşaa edildiğinden Halife seçiminde Halkın reyine/Beyatine özel önem gösterilmesi; Allah’ın Nas’a verdiği değer, halkın özgürlüğü, yönetimin halk için olma, halka hizmet amacına mebni olması, istismarı, istibdatı, istikbarı çirkin görmesi, adaletle hükmedilmesinin emredilmesi gibi konularla ilişkilidir. Tekrar edecek olursak;Kur’an ve Nebevi Sünnet, Risalet sonrası devlet yönetiminin ilkelerini ortaya koymuş, nasıl ve ne şekilde olması, iktidar ve muhalefeti, halkın yönetimi denetlemesini, muhakeme usul ve şeklini Müslümanlara /Ümmete bırakmıştır. Rasulullah sonrası vahiyde kesildiğinden sorunlara ne şekilde nasıl çözümler bulunacağı ümmetin anlayışına, bilgi ve görgüsüne yani aklına bırakılmıştır. Rasulullah’ın vefatı günü başlayan Sakife de ki tartışmalar ve devam eden sorunlar hep bu boşluğun Ümmet tarafından doldurulmasından kaynaklandığı açıktır. Halife Osman’ın son dönemlerinde ümmetin muhalefetine rağmen dediğim dedik tavrını muhakeme edecek ve azil mekanizmasını otomatikman işletecek bir sistem/Nizam kurulamamış olmasıda ihtilafların büyümesine ve yönetimin Halife Ali’den sonra ehil ellere geçmemesiyle sonuçlanmıştır.
            Halifenin görev süresine bir sınır getirilmemiş olması sadece o günkü siyasi ve kültürel nedenlerdir.Bununla ilgili bir örneğin olmaması ve o günün zihni bunu düşünememiş olmasıdır. Kur’an’da ve Nebevi Sünnet’te bununla ilgili bir nasta yoktur. Görev sürelerinin belirlenmemiş olması siyasi ve askeri zorunluluklar nedeniyledir. Dolayısıyla sürenin belirlenmesi de belirlenmemesi gibi toplumsal maslahatla belirlenecek bir konudur. Halife Osman dönemi, Halifenin görev süresinin belirlenmemesinin  ne denli olumsuzluklara neden olduğunu göstermesi bakımından ibret verici olaylarla doludur. Yaşlanmış bir Halifenin etrafındakiler tarafından istismara açık olduğu/Olacağı/olabileceği  aşikardır.
            Halife Osman’ın dediği gibi, beytül malın harcanması ve devlet görevlilerinin halkla ilişkileri, halkın istek ve arzuları, şikâyetleri dikkate alınacaksa; Halife ne işe yarar?  Gerçekten böylemidir? Halife yani mü’minlerin emiri, mü’minlere canı çektiği gibi mi hükmeder? Onların istek, arzu ve şikâyetlerine uyup uymamada muhayyermidir?[16] Eğer böyleyse İslam dışı bir yönetimden farkı nedir? Öyle anlaşılıyor ki, Rasulullah’tan sonraki olaylar ve gelişmeler, siyaset, yöneten ve yönetilen ilişkileri; bir imtihan vesilesi olarak ihtiyaçlara binaen insanların ortak aklına bırakılmış olmasından ve ortak aklın gerekli tedbirleri ve düzenlemeleri tam olarak alamamasından kaynaklanmıştır.

Meşruiyet Ölçüsü ve Sorumluluk

            İlk üç Halifenin (Osman’ın ilk dönemini de dikkate alırsak) Raşid Halifeler döneminde Hilafetin meşruiyeti Halkın onayı ve Biatı iledir. Buna azami dikkat edilmiştir. Aksi durumda Hilafetin gaspı sözkonusu olur ki hiçbir mü’min buna cesaret edemez. Ebu Bekr’in üç gün üstüste “beni azledin” demesi bu hassasiyettendir. Hilafetin saltana dönüşmesi ile meşruiyet halkın desteğinden kaderci bir söyleme dönüştü. Ziyâd b. Ebîh, ‘el-Betrâ’ di­ye meşhur olan hutbesinde: “Ey insanlar! Biz sizin yöneticileriniz olduk, Allah’ın bize verdiği güçle sizi yönetmeye devam ediyo­ruz...” demektedir. Mu’âviye, oğlu Yezîd’in veliaht olarak tayinine muhalefet edenlere karşı şöyle demiştir: “Yezîd’in durumu Al­lah’ın takdiridir, kulların kendi işlerinde seçim hakları yoktur.” Yani Halifelik Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak nitelendirilmeye dolayısıyla halkın buna hiçbir itiraz edemiyeceği bir düzleme indirgendi. Aslında bu anlayış Osman’ın son dönemlerinde kendisi tarafında  muhaliflere karşı dillendirdiği bir durumdur. Abbasilerin kurucusu  Ebû Ca’fer el-Mansûr hutbesinde şöyle demişti: “Ey insanlar! Ben Al­lah’ın yeryüzündeki otoritesiyim, onun tevfiki ve desteğiyle sizi yönetiyorum, O’nun malının bekçisiyim, O’nun arzusu ve irade­siyle o malda tasarrufta bulunuyorum ve O’nun izniyle o malı ve­riyorum...” diyerek meşruiyetini Allah’ın yeryüzündeki otoritesi/Gölgesi olma iddiasına bağlamıştır. Bu her iki meşruiyet algısı istibdada ve totalitarizme açık hatta teşvik eden bir anlayıştır. Halkın sürüleştirilmesini getirmiştir. Muhalefet biryana Konuşmaya bile korkan bir ahali haline getirilen bir toplum din adına istismara, istibdada, istikbara açık hale getirilmiştir.
Sultanlığın başlamasıyla yönetim alanında derin kırılmalar yaşandı. Bu kırılmaların zalim sultanların uydurma rivayetleri teşvik ve organize etmesiyle yaşandığı bilinen ve böyle olması da gayet doğal bir gelişmedir. Fıkhın genel istikametinde bu uydurma hadislerin adalet ve zulümle ilgili Kur’an Hükümlerinin önüne geçirilmesi yada ilgili ayetlerin bu uydurmalara göre tefsir edilmesi şeklinde olmuştur. Sahihi Müslim de yer alan ve Huzeyfe bin  el-Yeman’dan nakledilen şu rivayet ilginçtir;” Benden sonra benim hidayetimle hareket etmeyen, sünnetimi takip etmeyen hükümdarlar gelecektir.Aralarında kalpleri insan bedenine bürünmüş şeytanların kalpleri gibi olanlar bulunacaktır.’Ya Rasulullah  öyle bir zamana yetişirsem ne yapayım?’  Buyurdu ki;’ Hükümdarın buyruğunu dinle ve itaat et.Sırtını kamçılasa,malını gasp etse dahi dinleyip itaat et!”  Oysa bu ve bunun gibi rivayetlerin karşısında itaati değil, başkaldırı ve mücadeleyi emreden rivayetler ve Allah’ın Kur’andaki hükümleri göz ardı edilerek fıkıh  bu tür rivayetler üzerinde dizayn edildi. Gasp cürümünde hükümdarlar lehine fıkıhta bir istisna ve muafiyet alanı oluşturuldu. Ayni gasp fiilini işleyen gaasıb sıradan bir şaki olduğunda; ona ölüm pahasına karşı durulması, bu uğurda ölümün şehadet olduğu anlayışına karşılık, ayni cürmü işleyenin sultan olması durumunda itaattin emredilmesi ve fıkhında bu yönde dizaynı, adalet ve zulüm anlayışında bir muğlaklığa sebebiyet vermiştir. Her çoban artık sürüsüne karşı zulümle adalet arasında keyfi bir yol tutturmaya başlamıştır. Oluşturulan Saltanat fıkhı; despotizmi ve istibdadı meşrulaştırmıştır. Bu gün Halkı Müslüman olan Ülkelerde hala daha totaliter rejimlerin hayatiyetlerini devam ettiriyor olmasının altında Halkların din anlayışlarındaki bu evirilmenin etkisinin  büyük olduğu aşikardır. Öyleki bu gün Müslüman halkların din karşıtı seküler rejimlere boyun eğmelerinin ve hatta dini vecibelerini terke zorlayan (Baş örtüsü yasağı gibi) uygulamalara karşı tepkisizliğin temelinde, zalim yöneticilere karşı itaati emreden fıkıh anlayışıyla beslenen kültürün varlığı yadsınamaz.

Unutmayın ki, hepiniz birer çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz: İnsanların başındaki idareci bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evi ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanı olup o da onlardan sorumludur. Unutmayın, hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”[17]  Burada dikkat edilmesi gereken husus, toplumda tek bir kişiye çobanlığın verilmemiş olması, sorumluluğun her bir ferde dağıtılmış olmasıdır. Gücü ve etkisi nispetinde her bir fert eli altındakinden sorumludur. Ki bu o günkü  toplumsal yapının Müslim yada gayrimüslim fark etmez siyasi,sosyolojik gerçekliğine uygun ama daha ileri  bir benzetme ve tanımlamadır. Oysa  o günün Dünyasında,Tanrı Kâinatın Çobanı olarak nitelendirilirken, sultan/kral da toplumun Çobanı olarak nitelendirilirdi.  Toplum güdülecek bir sürü olarak görülür, Kral/Sultan ise tek yetkili ve sorumlu bir Önder durumundadır. Halifelere daha doğrusu Sultan ve padişahlara  “Tanrının gölgesi” yakıştırması buradan gelmektedir. Padişahın huzurundaki seramoniler hatırlanacak olursa, yere diz vurup etek öpme,”kulunuz..”  diye söze başlandığı bir vasat İslam’la bağdaşmayan bir yapıdır. İslam bu sosyal ve siyasi anlayışı revize ederek herkesi etkisi oranında çoban kılmıştır. Sorumluluğu paylaştırmış, bireyi eşya olmaktan çıkartmış, özne haline getirmiştir. Ailesinden, mahallesinden, aşiretinden sorumlu olan bireyler elbette ki toplumsal sorumluluklardan izole edilemez. Bu anlayış, o günün Dünyasında sosyal,siyasi bir devrim niteliğindedir.

            Devlet ve yönetimi yani siyaset;  dünyaya ait işlerdir. İslam bu alana şiddetli bir ifadeyle Adalet/Kıst prensibini/ilkesini koymuştur. Yönetim/siyaset konusunu  “Siz dünya iş­lerinizi daha iyi bilirsiniz.” hadisine katmaktan başka çare yoktur. Hz. Ebû Bekir, kendisine biat edildiğinde bunu vurgulamış ve şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ben sizin hayırlınız olmadığım hâlde başınıza geçtim. Eğer benim doğru yaptığımı görürseniz destek olun, yanlış yaptığımı görürseniz düzeltin.”  ‘Nasılsanız öylece yönetilirsiniz’ ilahı mesajının anlamı yönetim konusu size aittir. Ma’rufta birleşirseniz marufa muhatap olursunuz. Hilekarlık, arsızlık, istismar peşinde koşan bir toplumsanız istismara muhatap olursunuz. İyiler iyileri tercih eder. Kötülerde kötüleri. Bu açıdan toplum yönetiminin, yasama ve yürütmeye yetkili meclislerin Halk tarafından seçilmesi ilahi mesajada uygundur. Dinde zorlamanın olmaması, nasılsanız öyle yönetilmek, dünya işlerini halkın daha iyi bilmesi halk iradesinin önemine işaret olarak yorumlanmalıdır. Medine i Münevverede başından beri siyasi oluşum “gönüllülük” esasına göre cereyan ediyordu. Başta müslümanlarla beyatleşmeler gönüllü, hiçbir baskı ve dayatma olmadan gerçekleşmişti. Gayri müslim kabilelerle yapılan Medine Sözleşmesi gönüllü bir birlikteliği ve işbirliğini esas alıyordu. Askeri görevler,savaş ve vergiler gönüllü katılımlarla gerçekleşiyordu. Savaşlara katılmayan münafıklara hiçbir cezai müeyyide uygulanmıyordu. İbni Salebe zekat ödemekten imtina edince Rasulullah’ın  artık ondan zekat almayı kestiği ve sadece ahlaki bir tavır almayla cezalandırıldığı bilinmektedir. Rasulullah’ın Rehberliğindeki yönetim; topluma fazileti ve erdemi hikmetle  tavsiye ediyor, erdemsizliği ise nasihatle ve tavır alınması (Mahalle baskısı) ile  ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Zina suçu işlediklerini gelip itiraf edenlere bile hadleri isteksiz uygulamasının gerisinde bu vardır.

            İslamdaki Yönetim tarzı ile ilgili  davranışlar hukuki naslardan ziyade ahlaki temellere oturan kural ve davranışlardır. Hilafet modeli Kur’andan ve Rasulullah’ın tavsiyelerinden neşet etmiş bir yönetim şekli değildir. Böyle olsaydı, alelacele Beni Saide sakifesinde toplanılmaz ve yönetime kimin,nasıl ve ne şekilde geleceği tartışılmazdı. Zira Kur’anda ve Resulün emir ve tavsiyelerinden ne yapılacağı bilinirdi. Demek ki Rasulullah’tan sonra oluşturulan yönetim şekli, Müslümanların zannı, akli ve tarihi, sosyal tecrübelerinden, birikimlerinden çıkarttıkları bir sonuçtur. Hatta Ensar’ın ve Muhacir’in yönetim/siyaset ile ilgili mülahazaları çoğunlukla İslam öncesinden gelen ve halen toplumun hafızasında saklı kalan kabileci anlayışlarına istinat ettiği bir gerçektir. Yönetimin Kureyş’ten olup olmaması ile ilgili tartışma bunu göstermektedir. Hatta Kureyş’ten olmak bile yetmiyordu Haşimi ya da Ümeyyeoğullarından olmak gerekiyordu ki bu da eski cahiliye dönemindeki töreler gereği idi. Nitekim Ebu Bekr’in Halife olmasına Ebu Sufyan’nın itirazı buna dayanmaktaydı. Bu anlayışın Kur’an ve Sünnete istinat etmesi durumunda Osmanlı Hilafet’ini batıl kılacağı açıktır. Oysaki öyle olmamış Osmanlı hilafeti Hilafet tarihinin en iyi örnekliğinden birini  sunmuştur. Dolayısıyla Rasulullah sonrası dönemde yönetim/siyaset alanındaki uygulama ve anlayışların  icma kapsamına alınarak vazgeçilemez, değiştirilemez,sorgulanamaz bir konuma getirilmesi,naslaştırılması; Allah’ın hükümlerinin yanına bir başka hüküm ihdas etmek anlamına gelir ki, bu durum; İslam Milletinin Kur’an ve Nebevi Sünnet gibi iki değerli hazineye sahip olmasına rağmen özgün bir sosyo ekonomik,politik bir İslam sistemi/Nizamı ortaya koyamamasına sebep olmuştur. Zaten bu anlayışın batıl olduğu İslam Alemini getirdiği halden de bellidir. Bu durm yani Rasulullah’tan sonra ümmetin zanni/içtihadi çıkarımlarının daha sonraki kuşakta naslaştırılması hatası  öyle bir olumsuz etki yapmıştır ki bu gün hala bu hatalı anlayışın sıkıntısını yaşamaktadır müslümanlar.  Yönetimin adalet, kıst, özgürlük, eşitlik, ma’ruf, güzel ahlak, isar v.b. ilkeler çerçevesinde Müslümanlar tarafından inşaa edilemedi. Toplumların tarihi seyri içinde teşekkül etmiş tecrübeleri, siyaset bilimi, İslam’ın ilkeleri en uygun yönetim şeklini kurmaya toplumun yetkili olduğu gerçeği anlaşılamadı. Allah’ın yeme içme gibi fıtrı amliyede sadece ilke ve yasakları koyması gibi yönetim ve siyaset alanında da  genel ilkeler ve yasaklar koyduğu gerçeği görülemedi. Bu ilkelere bağlı kalmak kaydıyla ortaya koyulan yönetimin adının demokrasi[18],cumhuriyet, kırallık, hilafet v.s olması çok da önemli olmaığı halen daha anlaşılabilmiş değil. Demokrasi derken kastettiğimizin a dan z ye Batıdaki sosyo ekonomik kültürel, politik yaşam tarzı ve onun gerisindeki felsefi,ideolojik yapı olmadığı izahtan varestedir. Yönetimin Halk İradesine bağlı olması, halkın seçimi ile yönetimin/İktidarların belirlenmesi, iktidarı denetleyen bir parlamentonun ve Yüksek Yargının olması, muhalefetin iktidarı özgürce denetlemesi, takip etmesi, belirli dönemlerde halkın iradesine anayasa gereği müracaat edilmesi, hukukun ve nizamın  üstünlüğü, insan haklarına riayet, hak arama yollarının serbestliğini kasteddiğimizin anlaşılması lazımdır. Yoksa Batının süfli hayat felsefesinin ve pratiğinin kastedilmediği açıktır.

            Kim ne derse desin ülkelerin ve toplumların sosyo ekonomik, tarihi, kültürel, siyasi yapıları birbirinden farklılıklar oluşturmaktadır.  Bu farklılıklar tüm İslam Ülkelerinde sorunların çözümünde ve bir islam toplumu oluşturmada ayni sosyal/ideolojik reçeteye izin vermemektedir/Vermeyeceği açıktır. Dolayısıyla İslam’ın sabitelerinden/İlkelerinden hareketle, her ülke ve toplum için farklı farklı reçeteler sunulması kaçınılmazdır. Bu farklılıklar zannidir, aklidir ve içti hadidir. Bu itibarla bu reçeteler kabul edileceği gibi red de edilebilir. İslam’da muhalefet yoktur anlayışı bu açıdan da batıldır. Tarihten bu güne kadar, iktidardakilerin zanni ve akli tasarruflarına karşı çıkan muhalefeti dini gerekçeler öne sürerek susturması kabul edilir bir durum değildir. Ve bu durumun dini istismardan başka bir anlamı da bulunmamaktadır. Unutulmamalıdır ki, dört Halife ile tanımlanan Hilafetle Saltanatı birbirinden ayıran üç unsur vardır; 1- Adalet/Meşruiyet 2- Hilafeti belirleyen akil adamlar meclisi/Şura  3- Halkın beğenmesi/ Kamuoyu desteği. Bu üç unsur sadece hilafetle saltanatı birbirinden ayıran beyyine değil İslam’ın öngördüğü bir yönetim şeklinin üç ana unsurudur.

Mezhepçi ve Şovenist Yaklaşımlar

            Laisizmin Batıda bir zaruretten doğup doğmadığı İslam dünyasını çokta ilgilendirmiyor. Devletin insanların bedenine, Kiliseninde ruhuna egemen olmasına karşın  Batıda neşvünema bulan laikliğin, Müslüman toplumlarda bu denli hararetle savunuluyor olmasının hiçbir bilimsel temeli bulunmamaktadır. Zira, “ dinde zorlama yoktur”  İlahi Hükmü ve Nebevi Sünnet ile 1400 yıllık İslam toplumlarının tarihi tecrübesi ile sabittir ki, karşılıklı saygı ve hoşgörü içinde herkesin hak ve yükümlülüklerine uyması durumunda İslam toplumları dini inanç ve felsefeler ile  inanç ve ameli pratiklerinin  teminat altına alındığı tüm açıklığı ile görülmektedir. Kaldıki Hilafet tarihi, tamda dinden bağımsız laiklik temelinde  bir idari,mali ve siyasi anlayışın tarihidir. Bazı dini ritüel ve uygulamanın  devam ettirilmiş olması ve yapılanları ‘icma’  kılıfı ile dindenmiş gibi gösterme çabaları gerçeği değiştirmez. Başta hiçte layık ve ehliyetli olmayan kimselerin, zor ve zer kullanarak ”hilafet” makamını ele geçirmesi yönetimin laik ve seküler bir temelde şekillendiğini göstermektedir. Şeriat ise  bu saltanatın korunmasına ve meşruiyetine  matuf bir düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Sunni ulemanın ekseriyetle her ne suretle olursa olsun, ‘nasılllığına ve nicelliğine bakılmaksızın  Halifeliği kim ele geçirirse meşru halife odur ve hala daha halifelik iddiasını sürdürenin boynu vurulur’ şeklindeki anlayışı tamda laikliğe tekabül etmektedir.Yani dini kaynaklardan neşet etmemiş bir uygulamanın, delilsiz  ve mesnetsiz dini bir kılıfa sokulması  gerçeği değiştirmez. Demokrasi ve laiklik denilince kimi islamcının kızgın bir boğaya dönmesini anlamakta bu açıdan mümkün değil! Bu baylar Batılı ülkelerde onlarca yıl yaşamış olmaları, batılıların icad ettiği ve sattığı eşyaları alabildiğine  kullanmaktan asla imtina etmedikleri bir vakıa iken, demokrasi,halkın yönetimi belirlemesi, çok partili parlementer demokratik sistem denilince şiddetli bir yabancı düşmanlığı ile tepki vermeleri anlamsız bir şovenizmden öte geçmemektedir. Hele de  Müslüman toplumlarla Batılı toplumlar arasındaki mukayeseli analizlere gösterdikleri şovenist tepkiler  bağnazlıktan başka bir anlama gelmediği açıktır. Bu mukayese, sosyoloji ve siyaset biliminin başvurduğu bir yöntemdir. Bilakis totaliter,despot, dışlayıcı ve hoşgörüsüz bir dayatmacılığın ayan olmuş yüzünü tüm açıklığı ile ortaya koymak ve göstermek açısından gereklidir. Despotik bir dini anlayışın  nerelere vardığını  görmek açısından selefi anlayışın şu temennisi ibret vermesi açısından dikkate şayandır: Keşke bir HALİFEMİZ olsaydı başımızda da, o da Yezid gibi olsaydı... Zalim de olsa bir halifenin olması ne güzel...”
             Son olarak batı medeniyeti ve demokrasi deneyimi ile ilgili olarak radikal İslamcı geleneğin en önemli  beyinlerinden merhum Şehid  Seyyid Kutup’un değerlendirmeleri dikkate değerdir. “Şimdi bu uygarlığa ilişkin yargımız ne olacaktır? Uygarlığın zirvesine ulaşan ülkelerde yıkılışa doğru yönelen, insanlık için en büyük tehlike oluşturan, çılgınlık, ahlaksızlık, sapıklık ve psikolojik her türlü hastalığa ortam hazırlayan bu uygarlık hakkında yargımız ne olacaktır?
Hakkında idam kararı mı vereceğiz? Doğrusu, suça ve onun şartlarına eşit bir hüküm! Başta Alexis Carrel olmak üzere feryat ve imdat çığlıkları atan Batılıların bu uygarlık hakkındaki yargısı budur.
Fakat hemen belirtelim ki bu uygarlık hakkında idam kararı vermek, insanlık için en iyi çözüm değildir. Her şeyden önce bu sanayi uygarlığı hakkında idam kararı vermeye yetkili değiliz. Çünkü bu uygarlık insanlığın tarihinde yeri ve önemi olan doğal bir üründür. Bu dünyaya başka gezegenden gelmediği gibi rasgele ve kendiliğinden de ortaya çıkmış değildir. O halde, bu uygarlık, tarihin uygun bir zamanında insanlığın doğal bir ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkmış, kökleri derinlerde olan bir uygarlıktır. Bu nedenle idam kararına layık değildir. İnsanlığa karşı işlediği bu kadar korkunç cinayetler nedeniyle hakkında idam kararı versek bile, bu kararı kabul etmeyecektir.Görülmektedir ki Seyyid Batı Medeniyetine önemli rezervler koymakla birlikte Onu toptancı bir yaklaşımla üzerini çizme taraftarı değildir. Bu yapılsa bile bunun bir anlamı ve faydasının  olmayacağının altını çizmektedir.  Ya demokrasi ile ilgili görüşleri? Seyyid Kutup bu konuda ise,  Yoldaki İşaretleri bir manifesto olarak kabul eden  bazı aşırı  takipçilerinin aksine  farklı düşünmektedir. O demokrasiyi ‘şirk’ ve ‘Cahiliye’ olarak değil, geri kalmış İslam toplumları için reform ve bilinçlenmeden sonra müspet etki yapacak bir araç olarak görmektedir: "karnını doyurmak için çöp bidonlarından topladığı yemek artıklarındaki kurtçukların bağırsaklarını kemirdiği insanların kol gezdiği bir topluma Demokrasi gelse ne olur, gelmese ne olur, çünkü böyle bir toplumda zenginler, ağalar, paşalar, seçkinler, güçlüler vd. bunlara gidecek ve oylarını rüşvetle, aldatma ile, tehdit ve korkutma ile, yalan dolanla alacak ve parlamentoya gidecek, tekrar tekrar seçilmeleri için de yasaları çıkarları doğrultusunda oluşturup çıkaracak ve çıkarlarına hizmet eden bu çark böyle dönmeye devam edecek" Fakirlik,açlık,yoksulluk,bilinçsizlik ve eğitimsizliğin egemen olduğu bir vasatta ‘seçim’ sisteminin işe yaramayacağı görüşündedir. Totaliterizm, istibdat ve despotizmin yarattığı ayrıcalıkları,korku ve baskıları,aldatma ve istismarları  olumsuzlamaktadır. Merhum Seyyid, yoksulluğun kol gezdiği bir toplumun diktatörlüklerin ve istibdat yönetimlerinin bir eseri olduğunu, demokrasinin tamda yoksul halklar için luzumlu olduğunu belkide 1950 lerin dünyasında görememiş yada anlayamamıştı. Olgun bir demokratik düzen, elbetteki asgari bir kültür seviyesini gerekli kılmaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, yoksullukta, cehalette despotizmden, istibdattan kaynaklanmaktadır. Türkiye’den örnek verecek olursak, ekonomik ve sosyal gelişmeler tamamen;  vesayetci otoriter sistemin zayıfladığı  Menderes, Özal ve Erdoğan dönemlerinde  gerçekleşmiştir. Zaten Dünya’ya da baktığımızda bu gerçek apaçık kendini göstermiyormu?   Fakir ve yoksulluğun egemen olduğu Güney Ülkeleri; krallıklarla,monarşilerle yada totaliter yönetimlerle idare edilmekte, koyu bir istibdatın egemenliğinde bulunmaktadırlar. Demokratik çok partili parlementer sistemlerle yönetilen Batılı toplumlara baktığımızda; Refah seviyesinin yüksek, eğitim, sağlık, adalet, insan hakları konusunda gayet iyi bir durumda olduklarını gözlemekteyiz.
            Batı; üçüncü dünyaya’nın bilime ve demokrasiye ulaşmasını kesinlikle istememektedir. Amerikanın Latin Amerikadaki ve Orta Doğudaki diktaları ve totaliter rejimleri desteklemesi bunun delilidir. Avrupanında da dikta rejimlerini desteklediği bir vakıa.  Batının yaptığı; demokrasiye davet ediyormuş gibi yapıp, demokrasi karşıtı güçleri desteklemesidir. Bir taşla iki kuş vuruyor yani! Ekonomik ve siyasi gelişmişliğini paylaşmak arzusunda olduğunu  söylerken hümanizmasını ve diyergamlığını  ıspatlamış oluyor, diğer yandan despotik yapıları destekleyerekte;  bu ülkelerin demokrasiye ulaşmasını ve dolayısıyla ekonomik ve siyasi  gelişmeyi yakalamalarını kendi menfaatlerine aykırı görerek engellemiş oluyorlar. Sudi Arabistan, Pakistan, Türkiye, Tunus,Cezayir, Mısır, Ürdün, Endonezya, Türki Cumhuriyetler gibi ülkelerdeki despotik istibdat rejimlerine destek vermesi bu amaca matuftur.  Sudan,İran, Taliban Afganistanı, Saddam Irak’ı,Somali  gibi kendine sorun yaratan, muhalif rejimlerin kesinlikle demokratik bir rejime sahip olup, ekonomik ve siyasi gelişme sürecine girmelerini istememektedirler. Nereden bakılırsa bakılsın böyle bir durum Batının menfaatlerine aykırıdır. Batının  bu muhalif ülkere olan husumeti; bu ülkelerde demokrasi olmaması değidir. Öyle olsaydı, Batı  totaliter ve despot ülkelerle  ittifaklar kurmazdı.  Bu denklemde ilamcılar nerede duruyor? İslamcıların demokrasi karşıtlığı, bir taraftan  totaliter despot rejimleri  halkı müslüman ülkelerde alternatifsiz kılarken, diğer taraftan  farkında olmadan Batının bu ülkelerdeki öngörülerini gerçekleştirme anlamına gelmektedir.  İslamcılar “Demokrasi şirktir” diyerek kendilerini bir paradoksa mahkum etmiş görünüyor.  Bir tarafta Batının islam ülkeleri için  öngördüğü; despotik istibdatlar yada en fazla yarı demokrasilere mahkum etme planı; öte yanda İslamcıların “demokrasi şirktir” söylemi! Kim kime hizmet ediyor, kim kimin yanında!? Yada Batıyla çatışan kim!?İslamcılar; Batının ilmi,ekonomik,siyasal,askeri  üstünlüğünü buna mukabil İslam dünyasının; despotism altında  sağlık,eğitim, yoksulluk gibi benzeri sorunlarla bir kaos yaşadığını izah edememektedirler. İran’da islamcılar iktidara geleli 30 yıl olmasına rağmen neden yoksulluk, özgürlük, eğitim ve kalkınma  sorunlarını aşamadı, dünyanın ilk 20 ülkesi arasına giremedi? Türkiye’de demokratik yoldan iktidara gelen  ve onca engellemelere rağmen 8 yılda ekonomik ve siyasal bir ‘sıçrama’ gerçekleştiren  hükümet  bunu neye borçludur? İran’da olmayıbta Türkiyede olan nadir? Bunu İslamcıların düşünmesi gerekir.  Sudan’da 30 Yıldır iktidardaki İslamcı despotik rejim başarısız bir siyasetle güney Sudanı kaybetti. Eğer Güney Sudanda demokratik bir rejim kurulurda 5-10 yılda  Kuzey Sudan’ı ekonomik ve siyasal alanda  geri bırakırsa; İslamcıların demokrası /despotizm paradoksu o zamanmı çözülmüş olacaktır! Elbetteki zaman sosyal sorunları çözmede en iyi ilaçtır. Ancak, şovenist asabiyetçi yaklaşımlar, Ümmetin zamanını heba etmemelidir.
Hangisi Daha İnsanidir

            Tarih boyunca bilinen ve günümüzde de devam edegelen totaliter sistemlerde yönetimdekileri değiştirmek asla Halkın elinde değildir ve iktidardakiler  ilelebed saltanatlarını devam ettirme azmi ve gayreti içinde olmuşlardır. Bunun için her türlü gayrimeşru ilişkiye girmekte de bir beis görmemişlerdir. Bu günde böyledir. Kimseye ve  hiçbir kurumada bu diktatör bayları sorgulayacak, hizaya çekecek, iktidardan alacak güç ve yetki verilmemiştir. Birde böylesi yönetimlere dini meşruiyet zırhı giydirildiğinde, idareci ve yöneticiler layüsellik kazanmakta ayrıcalıklı bir sınıf oluşmaktadır.  Sorulacak soru şudur: Halkın tepesinde  kılıç ve sopa kesilen, korkutan ve pusturan  böylece istismar ederek yoksulluğu ve geriliği halka kader olarak giydiren, layüsel ebedi milli şeflik sistemi nasıl meşru görülebilir ve  hangi gerekçelerle savunulabilir? Böylesi bir istibdat rejimi; Halkın anayasal düzen içinde belli süreliğine, ülkeyi yönetmeye talibli olan siyasi gruplar içinden birine bu yetkiyi seçimle tevdi ettiği, Halk tarafından yetkili kılınan yönetimin icraatlarından Halka karşı sorumlu olduğu, İdarenin Yargı ve parlemento denetimine tabi olduğu demokratik bir yönetim usulünden daha insani ve daha İslami olabilirmi?  Örneğin Pakistan’daki yönetim yada  Suudi Arabistan’ın İslami olduğunu kim iddia edebilir!?  Mısır Rejimi mi İslam’a daha yakındır, Türkiyedeki parlementer demokratik sistemmi daha yakın?  Cezayir’de İslamcı parti Fis, serbest seçimlerle iktidara geleceği anlaşılınca Dış kışkırtma ve içerdeki despotik odaklar tarafından  demokratik nizam ortadan kaldırılarak totaliterizm egemen kılındı. Tunus’ta Nahta Hareketi, demokratik süreç sayesinde kendini ifade edebiliyor ve muhalefet ediyordu. Darbeyle  iktidarı ele geçiren Abidin bin Ali diktatörlüğünde müslümanların ne büyük baskılara maruz kaldığı herkes tarafından bilinmektedir. Ya SCCP deki  Müslüman Halkların durumu? Neredeyse dinlerini tamamen unutmuştular. Bu örnekleri uzun uzadiye çoğaltabiliriz. Apaçık olan gerçek; İslam ve müslümanlar totaliter/Despotik istibdat rejimlerinde nefes alamamakta, gelişememekte, hayat bulamamaktadır. Bu nedenle de Hicret ibadeti devreye sokulmuştur. Özgür,hoşgörülü, medeni ortam İslam’ın hayat bulacağı, yeşerib,serpileceği ortamlardır.
            Sudan’da Müslümanlar iktidara geldiler lakin despotizme ve istibdata teslim oldular.Despotizm de İç savaşları ve ayrılıkçılığı körükledi ve bölünmenin eşiğine geldi Sudan. Devlet ve siyaset tecrübesi olan Müslüman Düşünür Hasan Turabi; halk iradesiyle yani icmasıyla seçilmiş bir hükümetin dini hakemlik yaparak toplumda farklı dinlere mensup yurttaşların  hukukunu gözeteceğini söylüyor ve hemde halk iradesine tabi olması gerektiğini belirtiyor. Yönetimin/İktidarın Müslüman Halkın yada müslümanlarında bir kısmını oluşturduğu  Halkın iradesine tabi olması ve bunun için gerekli kurum ve araçların tesisi; denetimsiz,layüsel totaliter, müstebit, despotik yönetimlerin getireceği trajedileri engelleyebilir ancak. Halk iradesinin belirleyciliği olmadığından İran’da da rejim otoriterizme ve istibdata kaydı. Daha otuz yıl dolmadan Ülkede büyük bir fay hattı oluştu. Despotizm fanatikleşmeyi körükledi, hoşgörüyü ortadan kaldırdı. Muhalefet dışlandı ve lanetlendi. İranda olan budur. Despotizm, olan şii hoşgörüsünü de ortadan kaldırmış, Devrimin  en önde gelen Evladları karşı devrimci yaftasından kurtulamamıştır. Gelinen nokta hiçte içaçıcı bir manzara ortaya koymuyor. Oysa İran’daki Devrim geniş bir öncü Kadro’nun Halk desteği ile geçekleşmişti. Halk olmasaydı ne ulema nede aydınların gayreti bu Devrime yetmezdi. Ali Şeriati, Abdulkerim Suruş gibi düşünürlerin yeşerttiği İslami aktivistlerin, usuli ekolün önderleri Humeyni, Talegani, Muntazeri, Mutahhari gibi Ayetullahların önderliğinde ve Halkın ekseriyetinin  katılımıyla  muazzam bir Devrim gerçekleştirildi. Halkın desteği ile yapılan bu devrim meşruiyetini ve gücünü halktan aldığı gibi, halka tabi olacak iradeyi ve düzenlemeyi ne yazıkki gerçekleştiremedi. Halkın murakabesi dışında kalan her yönetim gibi İstibdata yöneldi.Pakistan’da yaşanan siyasi tecrübe ise bir facia türünden. Pakistan Anayasasında  Rasulullah’a hakaret ölüm cezasını gerektiriyor olmasına rağmen mezhebi hoşgörüsüzlük, camilerde müslümanların kitlesel olarak katledilmesine neden olurken bu konuda hiçbir şey yapılamıyor! Siyasi çalkantılar  ve gelir adaletsizliği ise had safhada.Sebebi totaliter devlet yapısı ve despotizmden  kaynaklanan özgüveni elinden alınmış bir halk kitlesi. Bir toplum kendini düzeltmedikçe Allah o toplumun halini düzeltmez![19] Her toplum layık olduğu ile yönetilir. Serbest seçimler toplumda  erdem ve fazileti teşvik edici bir vasat oluşturur. Müslümanları ataletten kurtarır, nesnelleşmiş kitleleri, şahsiyetleştirir ve ayni zamanda  özneleştirir. Yönetimde etkin olmak için gayret ve yarış başlatır. İslam’ın  bütün devirler boyunca dünyanın uluslararası ilişkilerini Kapitalist ideolojiden  daha iyi düzenleyecek zenginliğe sahip olduğuna inanıyoruz. Kur’an müslüman tahayyülünü inşaa etmesi ile  oluşacak devinim, hem İslam ülkelerinde özgün sosyo ekonomik modelleri ortaya çıkartacak, hemde  uluslar arası ilişkilerde  Batı’yı da aşan  bir örneklik sunacaktır. Yeterki Kur’an’ın öngördüğü mükemmellik ile müslümanların pratikleri arasındaki devasa farklılık giderilmiş olsun. Bunun içinde öncelikle dini olanla tarihi olanı biribirinden ayırmak, Vahyin arı/duru olan kaynağına ve Rasulullah’ın  örnekliğine dönmeyi başarabilelim. 1400 Yıldır Vahiy ve Sünnetten üretilen (içtihatlar, fıkıh  v.s.) muktesabat ile bu günün dünyasında ayakta kalmanın ve helede uluslar arası ilişkilerde önemli bir aktör olabilmenin imkanı yoktur. İslam toplumlarının hali hazırdaki siyasi ve ekonomik gerilikleri,  Dünyaya bir mesaj vermeye yetmeyeceği gibi kendilerini de meskenetten ve izzetsizlikten kurtarmaya yetmeyeceği ortadadır. Düşünün ki sadece  Almanya’nın  gayrisafi milli hasılası olan 4 trilyon Dolar, başta Türkiye, İran,Suudi Arabistan olmak üzere tüm İslam Ülkelerinin milli gelirine (GSMH) eşittir. Ki hemen belirtelim Türkiyenin tek başına 2010 GSMH 650 milyar Dolardır. Anlatılanların gösterdiği şudur: İslam Ülkeleri kötü idare ediliyor. İdare olarak yetersiz ve kariyersiz kadroların elindedir. Baskı ve şiddet kullanılarak yönetilen bu ülkelerin birçoğu başarısız ülkelerdir. Bangaldeş, Pakistan, Yeman, Irak başarısız ülkelere örnektir. Başarısız Ülkeler; Yurtaşlarının sayısını bile tam olarak tespit edecek donanımlardan mahrum ülkelerdir. Eğitim,sağlık, sosyal adalet dibe vurmuş durumdadır. Ağır ekonomik ve sosyal  sorunlara sahiptirler ve bir avuç mutlu azınlığın müreffeh yaşamına karşılık ülke nüfusunun neredeyse tamamına yakını fakirlik çoğunluğuda yoksulluk ve açlık sınırında yaşamaktadır.

    Uluslararası Toplum’un Dinlere Bakışı
   
            Günümüz Dünyasının gerek dinlere gerekse farklı kültür ve uygarlıklara  bakışı düne oranla çok farlıdır. Hoşgörü, talerans ve iyi niyet iradesi gözlenmektedir ve insan hakları konusunda olumlu bir hassasiyet gözlemlenmektedir. Amerika’da daha ikinci Dünya Savaşından sonrasına kadar devam eden siyahlara karşı ırkçı ayrımcılık  elli yıllıkm bir zaman diliminde tamamen eredildi. İnsan bile sayılmayan siyahlar, sarı ırka mensup uzak doğulular artık Batılı ülkelerde devlet başkanı olabiliyor, ünlü futbol takımlarının neredeyse yarı kadroyu kapıyor ve çin lokantaları beyazların ayrıcalıklı mekanları haline geliyor. Dinler açısından da durum bu yöndedir. Batılı ülkelerde gerek sivil alanlarda gerekse kamusal alanda dini ihtiyaçlar için gerekli önlemler ve düzenlemeler anayasal gereklilikle yapılıyor, insanların inanç ve felsefelerini özgürce tebliğ,propaganda, tanıtım ve alametlerini üzerlerinde teşhir özgürlüğünü tanıdıklarına ve bu hususta ciddi bir sorunlar  yaşanmaması sevindiricidir. Ancak Batı toplumlarında görülen bu hoşgörü ve özgürlük ortamı totaliter toplumlara doğru yerini baskı ve zulme bırakmaktadır. Halkı Müslüman olan Totliter baskıcı Ülkelerde dini baskılar; bilinen vakaı adiyeden olaylardır. Fas,Tunus, Mısır, Türkiye[20], eski Sovyet Cumhuriyetleri, Çin,Arabistan v.b. ülkelerde ideolojiler farklı olsa da istibdat ve despotizm noktasında ikiz ülkeler kategorisindedirler. Batılı ülkelerde dini kimlikler, inançlar anayasal teminat altındadır. Dine Davet; her inanç ve felsefe için oldukça özgür bir ortamda yapılmaktadır. Bunun için gerekli tedbirler ve imkanlar kamu yönetimi tarafından sağlanmaktadır. Dolayısıyla Haçlı Seferleri döneminin şartlarından çok farklı bir dünya da yaşamaktayız. Ve böylesi bir dünya İslam Daveti için iyi bir vasat oluşturmaktadır. Pakistan’da ve Arabistan’da dini kutsallar, müeyyideleri  ölüm cezası olan  kanunlarla korunurken, Batı toplumlarında genellikle bu gönüllülük esası ve hoşgörü içinde tabiiki hukuk nizamı içinde kendine yer edinmiş yasal düzenlemelerle de sağlanmaktadır. Dolayısyla İslam’ın ‘dinde zorlama yoktur’ ilkesi,  demokratik Batı toplumlarında  kendiliğinden tahakkuk etmiştir. Ve bu durum  İslamın cezbedici Davetine büyük olanaklar sunmaktadır. Yeterki hikmet temelli peygambervari bir  Davet yöntemi ortaya koyabilelim.

            Nasıl Bir İslam Devleti? 

            Müslümanların ve gayri müslimlerin özgürlük ve  şereflerinin teminat altına alındığı bir  devlet. Halkın özgür iradesiyle seçtiği ve yönetime getirdiği, halka hizmeti adalet ve kıst çerçevesinde amaç ve hedef edinmiş bir devlet. Hikmetle ve şefkatle vatandaşına yaklaşan bir anşlayış.Yaratandan ötürü hürmete layık olan Adem evladı, ya dinde müslümanların kardeşleridir yada beşer olarak kardeştirl anlayışı. Zalim ve istikbar etmiş kardeşe[21] Habil’in tavrı dikkate alınmalıdır. İkinci olarak bu devlet demokratik bir yönetime sahiptir ve Halkın iradesi; Devletin ve toplumun mahiyetini,şeklini belirlemede esastır. Aksi durumda dayatma,istibdat ve baskının zuhur edeceği bilinmelidir. Her toplum neye layık ise özgür iradesiyle ve gönüllü olarak buna karar verecektir.Ya İslam toplumu olacak yada seküler bir toplum! İktidarı ele geçirmiş küçük bir elitist kadroya  elinde sopayla toplumu zorla "marufa" sevk etme usulü İslam'ın değil Zorba,müstebit ,gerici rejimlerin yöntemidir. İhtilaflar demokratik bir ortamda barışçıl atmosferde, herkesin  asgari düzeyde de olsa razı edildiği, haklarının korunduğu bir çözüme kavuşturulacaktır. Her toplumun kendine özgü dini,ideolojik haritası mevcuttur. Bu itibarla bir şablon devlet önerisi, dayatma ve baskı demektir. Doğal olarak bu da çatışmayı, zıtlaşmayı ve düşmanlıkları körüklemektedir. Oysa İslam Barış ve selamet dinidir. Çatışma ve savaş İslamda son çaredir ve temennide edilmeyen bir seçenektir. Demokrasi  tartışma ve davete  barışçıl bir ortam sunmaktadır.Davete barışçıl bir ortam sunan yani “vurun konuşturmayın!” yaklaşımıyla şiddet ve terör uygulamayan her toplumu İslam yaşanır bularak olumlamaktadır.Habeşistana hicret bunu göstermektedir. Nuh as 950 yıl Kavmi içinde yaşamış olması,Davet’e imkan bulduğu içindir. Davet önünde şiddete dayalı bir tepki olmaması, İslam ve Müslümanlar için büyük bir imkandır. Zikrin doğruluğuna ve gücüne inanan müslümanlar için  toplumsal dönüşümde herkesle ayni şartlara sahip bir yarışta olmak, baştan avantajlı olmamız anlamına gelmektedir. Tüm Elçilerin kavimlerine yaptığı Davet; şiddet ve çatışma tepkisiyle karşılaşmıştı. Eğer barışçıl ve hoşgörü ortamında ve medeni tartışma ortamı korunmuş olsaydı bu İslamın memnuniyetle karşılayacağı bir seçenek olacağı kuşkusuzdur. Demek ki ne zaman bir toplum nefsindekini değiştirecek o zaman Allah o toplumun halini değiştirecektir. İşte demokratik düzen müslümanlara bu imkanı sunduğu gibi, insanların özgürlüğünü ve şahsiyetini anayasal teminat altına alması noktasında baskıcı, otoriter, despotik idarelere tercih edilir bir seçenek olmaktadır. İslam Devleti gayri müslümleri ikinci sınıf vatandaşlar olarak göremez. Bu günün konjoktöründe Batılı toplumların kendi dinlerinden olmayanlara gösterdiği toleransı aşan bir hoş görüyü göstermek zorundayız. Zira Davet mükellefiyetinin önünde bir engel olan bu uygulama ile Dünyada Darusselamı gerçekleştirmemiz mümkün değildir. Eğer gerçekten mutsuz  ve haksızlığa uğramış Allah’ın kulları sığınacak bir yurd arayacaksa  tercihleri Darusselam olmalıdır. Hiç kimseden de ikinci sınıf vatandaş olacağı bir ülkeye sığınmasını bekleyemezsiniz. Dolayısıyla İslam Devleti çoğulcu bir toplum olmak zorundadır. İslam devleti anayasası, iyiliği, fazileti, erdemi teminat altına alacak, kötülüğü, erdemsizliği, aşağılık ilişkilerede toplumun kapılarını kapatma tedbirlerini alacaktır. Yani İslam Devleti demokrasisi, Batılı Ülke demokrasileri gibi erdemle faziletsizlik arasında nötür olmak zorunda değildir. Kaldı ki bu alanda da homojen bir Batı ve demokrasiden bahsetmek zordur.

H   u   l   a   s   a

            Bütün bu anlatılanların hülasasına gelince: Toplumlar tıpkı insanlar gibidir. İnançlı, inançsız, faziletli/ takvalı, seküler, laik, despotik/hoşgörüsüz, toleranslı/erdemli olmak üzere çok çeşitli ve  renk ve tonlarda  toplumlardan bahsetmek mümkündür. İnsanlar da böyle değilmidir. Her haliyle biribirinin ikizi olan iki insan varmıdır yeryüzünde?  Taqvalı insanın karşılığı faziletli/erdemli toplumdur. Her toplum layık olduğu ile yönetilir. Nefsindekini değiştirmedikçe Allah bir toplumun  halini değiştirmez. İnsanların seri suluku olduğu gibi tolumlarında kemalata doğru bir değişimi vardır. Tepeden gelen değişimlerle, halktan gelen arasındaki fark; biri zor kullanarak toplum mühendisliği ile şekli bir değişimi sağlayabilirken diğeri gönüllülük esasında özgürce bir değişim ve dönüşüm demektir. Özgür bir toplumda samimi ve taqvalı bir önderlik elinde Davetin icabet görmemesi mümkün değildir. İnsanlığın ortak akılla ve ortak tecrubeyle geldiği bu günkü vasat; sivil,özgür,hoşgörü, tahammül vasıflıdır. Bu olgun toplumsal vasat iyi değerlendirilmelidir. İnsanlığın geldiği demokratik toplumsal yapının alternatifi, orta çağdan kalma baskıcı despotik yönetimler olamaz. Despotik[22],totaliter[23] yönetimin karşıtı; Halka dayanan, merhametli, hoşgörülü, farklılıkları meşru gören, özgürlükçü yönetimdir ki birinde Halk bir avuç elitistin (Efendinin) tebaasıdır, diğerinde Halk efendi, devlet hizmet edendir.Müslüman aydınların  demokrasiyide aşan bir yönetim şeklini ortaya koyma zamanı geldi de geçiyor bile. En azından insanlığın bu alandaki tecrübelerinden komplekse kapılmadan ve şovence bir asabiyete girmeden istifade ederek  Tevhidi Dünya Görüşü  içinde meczedilmiş bir  demokratik yönetim modelini ortaya koyabilmeliyiz. Unutmayalım ki, Batı üçüncü dünya ülkelerinde özellikle de İslam  dünyasında demokrasiyi kesinlikle istememektedir. Zira ceberrut ve istibdat rejimlerini desteklemesi bunu göstermektedir. İslam Ülkelerinde demokrasi karşıtlığının  Batı çıkarlarına olduğu kadar despotik gerici rejimler lehine  de olduğunu,  İslamcı aydınların artık anlaması gerekir. Despotik iktidarlara muhalefet; kendi başına bir anlam ifade etmiyor. Bu tür baskıcı ve despot  yönetimlerin alternatifi, ayni şekilde despot ve istibdatçı yönetimler olamaz. Sömürü,istismar,istizaf ve geriliğin ortadan kaldırılması;Barış,adalet ve özgürlüğün tesissi için; Tevhidi dünya görüşünün  inşaa ettiği,Halka dayanan, özgürlükçü, örgütlenme,muhalefet ve ifade özgürlüğüne  dayalı , sosyal,demokratik,hukuk devleti ilkelerinin anayasal  güvence altına alındığı siyasal bir sistemin varlığına bağlıdır.


[1]  Bkz. 4/58,135; 5/8,42; 16/90; 38/26; 42/15
[2] 4/58
[3] 16/90
[4] 42/15
[5] 5/42
[6] 5/42;4/135;42/38
[7] 17/33
[8] 17/34,35
[9] 11/113; 42/39,40
[10] 4/29
[11] Sekaley Hadisi muteber şia ve sünni kaynaklarında mütevatir/sahih rivayet olarak geçer.”…Kur’an ve Sünnetimi en iyi bilen ıtretim!”
[12] İcmaı Ümmetin ; Dinin kaynaklarından sayılması, tarihi ve zanni olanın naslaştırılmasıdır ki  tüm tevhidi dinlerin  asli mecrasından  sapmasının başında gelen  sebeblerden biridir.
[13] Taberi;Tarihur-Rusulu ve’l – Muluk,2.cilt 488. sayfa.
[14] Günümüz Şiasında ki  Velayeti Fakihe, vahiy ve nebevi sünnette hiçbir işareti olmayan  anlam  yüklemelerinin, muhalefeti,eleştiriyi ortadan kaldırdığı, yönetime kulluğu beslediği ortadadır. Zamanın İmamı (!) ile görüşen,onunla iştişare eden bir  Rehber’in  hangi sözüne,hangi icraatına,hangi tavsiyesine  ‘hayır’ denebilir? İrandaki sorunun kaynağı burada yatmaktadır. Osman’ın yaşlılığı döneminde başlayan süreç; sünni,şii ayırdetmeden  yönetim/devlet olgusunu  kutsallaştırmış, dokunulmazlık ve eleştirilmezlik zırhına sokmuş, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi konumuna getirilerek putlaştırılmıştır.
[15] “Unutmayın ki, hepiniz birer çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz: İnsanların başındaki idareci bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evi ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanı olup o da onlardan sorumludur. Unutmayın, hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” Buhârî, “Cum’a”, hadis no: 844; Müslim, “İmâre”, hadis no: 3408.,

[16] Bilindiği gibi Halife Osman’la O’na  Başkaldıranlar arasında şöyle bir diyalog geçmiştir: “Hangi hakkınız çiğnenmiştir? Allah’a yemin olsun ki, kendisi hak­kında ihtilafa düşmediğiniz selefinin (Ömer’i kastediyor) seviyesi­ne ulaşma konusunda kusur etmedim. Mal artacağı kadar arttı, bu artan konusunda istediğimi yapma hakkına sahip değilsem, niçin halife oldum?” İsyancılar, onu ablukaya aldıklarında ona şöyle de­diler: “Fasık görevlilerini başımızdan uzaklaştır! Canımız ve malı­mız konusunda güveneceğimiz kimseleri tayin et! Ve haklarımızı bize geri ver!” Hz. Osman şöyle cevap verdi: “İstediklerinizi ta­yin edip istemediklerinizi görevden alacaksam ya ben kimim? O zaman her şey sizin elinizde demektir! “Allah’a yemin olsun ki, ya dediğimizi yapar, fasıkları görev­den alırsın ya da seni öldürürüz. Gerisini sen düşün.” Osman da, “Allah’ın bana giydirdiği bu gömleği asla çıkarmam”
[17] Buhârî, “Cum’a”, hadis no: 844; Müslim, “İmâre”, hadis no: 3408.,
[18] Demokrasi müslümanlar arasında, batıdaki uygulanışı,hayat tarzı ve Batılı Ülkelerin dış siyasetleri açısından  alerji uyandıran bir kavrama dönüşmüştür. Batı karşıtlığı, demokrasi karşıtlığına, demokrasi karşıtlığı İslam Ülkelerinde totaliterizmin beslenmesine zemin hazırlamış ve devamını sağlamıştır. Mısırda Hünü Mübaret Faşizminin tek alternatifi demokratik muhalefet bu nedenlerle bir türlü ortaya koyulamıyor ve bu Rejim oğul Mübarekle devam etmekle Halk iktidarına dönüşmek arasında bir bir dengede durmaktadır bugün.
[19] Rad 11 ” İnsanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah'ın emriyle onu korurlar. Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.”
[20]  2002 Seçimleri ile iktidara gelen AKP nin demokratikleşme proğramları ile dini baskılar da da önemli azalmalar yaşanmaktadır.
[21]  Kabil her ne kadar Habil’in  kardeşi ise de bu akidevi bir kardeşlik değildir. Buna rağmen Habil’in sevgi ve barış temelli tavrı dikkate şavandır ve bu tavır günümüz dünyasında insanlar arasındaki ilişkilerde bir referans niteliğine haizdir.
[22] Despotizm, ister bireysel ister sıkıca birbirine bağlı bir grup tarafından olsun mutlak siyasi bir güç ile hükmeden tek bir idari otoriteye sahip hükümet biçimi. Klasik biçiminde despotizm, bir şahsın idaresinin olduğu devlet, despot ise bütün siyasi gücü kullanan ve bütün devleti temsil eden diğer herkesin ikincil önemde olduğu otoritedir. Bu tip despotizm medeniyetin kurulmasında ilk aşamalarda görülen derebeylik ve benzeri yönetimlerde yaygındı. Tarihteki Mısır Firavunları klasik despotlara bir örnektir.Düşünce ve ifade özgürlüğü bulunmaz. Yönetim aleyhine fikir öne sürülemez. Sadece totaliter görüşlü kişiler yönetime katılabilir.Lider tek güçtür, tanrısaldır, her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır. Liderin ruhunu okşayan lütfuna mazhar olur, eleştiren hiçlikte kaybolur. Her şeye o karar verir, hukuk odur.Toplum sistemlerini açık toplum ve kapalı toplum olarak ikiye ayırırsak, kapalı toplumlar açık toplumun düşmanıdır ve er geç açık toplumu yok etmek isterler. Kapalı toplum vahşet ve teröre dayanır, baskı ve zulme dayanır, patolojik ve akıldışıdır. İnsanların zulme başkaldıracak yolları tıkanmıştır.

[23] Totaliterizm kelimesinin, ona olumlu bir anlam yükleyen Mussolini tarafından icat edildiği sanılmaktadır. Mussolini, I. Dünya Savaşı'ndan sonra etkili olan merkezi otoriteye karşı yıkıcı güçler yüzünden savunmasız kalmış bir ulusun birliğini ve ulus aracılığıyla da devlette cisimleşen tarihi bir topluluk kimliğini hedefliyordu. Faşizm, devletin birey üzerindeki üstünlüğünü ve bu devletin gücünün sınırsız biçimde yayılmasını öngörür.Mussolini "faşizme göre, her şey devletin içindedir ve devletin dışında insani veya ruhsal hiçbir şey yoktur, dahası onun dışında hiçbir şeyin değeri yoktur. Bu anlamda faşizm, totaliterdir ve bütün değerlerin sentezi ve birliği olan faşist devlet, bir halkın yaşamının tüm yönlerini ifade eder, geliştirir ve güçlendirir" diye yazıyordu. Totaliter sistemlerin diğer rejimlerle farkı tanımlanmaya çalışılmıştır. Bütün totaliter sistemlerin egemen tarihi ve ideolojik unsuru olabilecek özellikler üzerinde bir anlaşma yoktur. Ama "totalitarizm" terimini, devletin hedef olarak seçtiği şeye ulaşmak için "bütün yollar"ın kullanılması anlamına geldiği de açıktır. Carl Friedrich ile Zbigniew Brzezinski totaliter rejimlerin 7 ortak özelliğini şöyle vurgular:1. Ütopyacı gelecek vaadi ve binyılcı egemenlik iddiasıyla gelişmiş bir ideoloji.2. Tek kişi, tek lider, tek parti.3. Terör sistemi, fiziksel veya psişik.4. Medya tekeli.5. Silah tekeli. 6. Bürokratik koordinasyonla, ekonominin merkezi yönetimi.7. Totaliter rejime destek veren propagandalar.
Totaliterizm faşist, teokrasist ve bunun gibi katı sistemlerin belirgin tanımıdır. Totaliter rejim, halkın geleceği için yapılan bir şeydir. Bu nedenle totaliter rejimin korunması için her şey yapılabilir. Birey, yönetimin manipülasyonlarına açıktır. Düşünce ve ifade özgürlüğü bulunmaz. Yönetim aleyhine fikir öne sürülemez. Sadece totaliter görüşlü kişiler yönetime katılabilir. Lider tek güçtür, tanrısaldır, her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır. Liderin ruhunu okşayan lütfuna mazhar olur, eleştiren hiçlikte kaybolur. Her şeye o karar verir, hukuk odur.Toplum sistemlerini açık toplum ve kapalı toplum olarak ikiye ayırırsak, kapalı toplumlar açık toplumun düşmanıdır ve er geç açık toplumu yok etmek isterler. Kapalı toplum vahşet ve teröre dayanır, baskı ve zulme dayanır, patolojik ve akıldışıdır. İnsanların zulme başkaldıracak yolları tıkanmıştır.Devlet her şeydir. İnsanlara nasıl yaşayacağını dikte eder. Bireysellik bir puttur. Putları, düşünce polisi izler. Rejim, insanların doğal yapısını öyle bozar ki, insan insanlıktan çıkar, bu insanlar şu an varolmazlar veya gelecekte varolması gereken bir sistemin araçlarıdırlar veya gelecekteki sistemin varolması gerekmeyenleridir.Rejimler totaliterdir ama isimleri cafcaflı olabilir: Halk cumhuriyeti, halk demokrasisi.. Rejimin rüyası uyanıkken gördürülür, bekası devrimci coşkuyla ayakta kalır. Karl Popper bunu şöyle tasvir eder: "Tavizsiz radikallik. Tüm toplumsalın yapısını kökten dönüştürecek kıyametimsi bir devrim rüyası. Taş üstünde taş bırakmadan toplumu bir bütün olarak ele alma."Üstün bir güç, bir parti, bir lider, bir grup, bir komite, bir aygıt bütün insanları yutan bir karadeliktir. Çoğulculuk ve özel alan suçtur. Militarizm rejimin sembolü olmuştur. Despotizm, ister bireysel ister sıkıca birbirine bağlı bir grup tarafından olsun mutlak siyasi bir güç ile hükmeden tek bir idari otoriteye sahip hükümet biçimi. Klasik biçiminde despotizm, bir şahsın idaresinin olduğu devlet, despot ise bütün siyasi gücü kullanan ve bütün devleti temsil eden diğer herkesin ikincil önemde olduğu otoritedir. Bu tip despotizm medeniyetin kurulmasında ilk aşamalarda görülen derebeylik ve benzeri yönetimlerde yaygındı. Tarihteki Mısır Firavunları klasik despotlara bir örnektir.Düşünce ve ifade özgürlüğü bulunmaz. Yönetim aleyhine fikir öne sürülemez. Sadece totaliter görüşlü kişiler yönetime katılabilir.Lider tek güçtür, tanrısaldır, her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır. Liderin ruhunu okşayan lütfuna mazhar olur, eleştiren hiçlikte kaybolur. Her şeye o karar verir, hukuk odur.Toplum sistemlerini açık toplum ve kapalı toplum olarak ikiye ayırırsak, kapalı toplumlar açık toplumun düşmanıdır ve er geç açık toplumu yok etmek isterler. Kapalı toplum vahşet ve teröre dayanır, baskı ve zulme dayanır, patolojik ve akıldışıdır. İnsanların zulme başkaldıracak yolları tıkanmıştır.

Devamı: http://islamsiyasa.blogspot.com/2011/01/nasl-bir-yonetim-tarihi-vasat-ve.html#ixzz1BrPJxTnW