7 Kasım 2014 Cuma



MEVLANA VE TASAVVUF ANLAYIŞI


             Musab Seyidhan;Eğitimci/Yazar
             Konya;07.11.2014

         Objektif bir yazar, halkın algılarının peşine takılmadan, ilim ehlince bu konuda neler söylenmiş ve yazılmışsa onu dile getirmelidir. Yani halk dalkavukluğu yaparak, bir ekolün müntesipleri arasında yaygın olan görüş ve inanışları rivayet eden kişi değildir yazar. İşte bu araştırma yazımızda Mevlana’yı halk arasındaki algı ile değil, kitaplardan ve bizzat kendi beyitlerinden tanımaya çalışacağız. Kimseye yalan isnatta bulunmayacağız ve iftira etmeyeceğiz. Lütfen bu yazıyı bu gözle okuyun. Burada bizi ilgilendiren, birilerinin etkisinde kaldığı taassuptan dolayı alınganlık göstererek rahatsız olması değil, konunun objektif ve kitabî olarak ortaya konmasıdır. Bu araştırmamızda onu yaptık.
Mevlana ile ilgili okumalarımızdan ve dinlemelerimizden anladık ki, iki Mevlana varmış. Bunlardan birincisi büyük bir müfessirdir, şairdir, Kuran’ın hadimidir. “Men, bende-i Kur’anem eğer cân dârem. Men hâk-ı reh-i Muhammed muhterem. Eğer nakl küned cüzîn kes ez gûftârem. Bîzârem ez-u vezan suhen bîzârem. Yani bu can, bu tende olduğu müddetçe ben Kur’an’ın kölesiyim. Seçilmiş Muhammed’in yolunun tozuyum. Benden, başka bir söz nakledenler olursa, hem onu söyleyenden, hem de o sözden uzağım.” diyendir. Bize yüzyıllardır anlatılan gönül adamı, büyük sûfî şeklindeki işte bu Mevlana’dır. Ben, bu Mevlana’nın hayranıyım.
             İkinci Mevlana ise; dinlerin birleştirilmesini savunan, Moğol işgaliyle arası iyi olan bir şairdir. Bu Mevlana, kadını aşağılar, Kuran dışı hakikatleri savunur, hulul akidesine sahiptir, eserlerini hep Farsça vermiştir, hikâyeleri ağırlıklı olarak Tevrat’tan alınmadır, Türk İslâm’ının en büyük mimarlarındandır.
         Bu yazımıza konu olan ikinci Mevlana’dır. Çünkü halk arasında yaygın olarak bilinen ve Konya’da bulunan türbesi, bir mabed gibi ziyaret edilen odur.
           Celaleddin Rumi, Türk/İslam dünyasının, Türkçe konuşmayan, İran asıllı en büyük şairlerinden biridir. O, İran’ın Belh kentinde doğmuştur. Babası Bahaeddin Veled de Belh’in hem âlimlerinden, hem de sûfîlerindendir. Kelamcı Fahreddin Razi de Belh’lidir. Fahreddin Razi ile anlaşamayan Bahaaddin Veled burasını terk eder. Anadolu’ya gelir. Karaman’da yedi sene kalır. Daha sonra 1225 yılında Konya’ya gelip, yerleşir.
             Bütün bilgi ve belgeler Mevlana’nın ve çevresindekilerin Moğol yanlısı olduğunu göstermektedir.
Hocası Şems-i Tebrizi’nin sohbetleri olan “Makalat” adlı eseri incelendiğinde bu zatın Anadolu insanını Moğollara itaat etmeye ve Moğol yönetiminden razı olmaya çağırdığı rahatlıkla görülmektedir. Aslında bu fikri Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi de dile getirmektedir. Eflaki şöyle bir anekdot nakleder. Ulu Arif Çelebi, Moğolları destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları, Ulu Arif Çelebi’ye niçin kendileriyle olmayıp Moğollardan yana olduğunu sorduklarında o şöyle cevap vermiştir: “Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız” demiştir.
(Ahmed Eflakî, Menakibu’l-Arifin, C.2, s. 925-926)
          Tarihi belgelerle sabittir ki, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve hocası Şems, Moğol yanlısı bir politika izleyerek bunun mücadelesini yürütmüşlerdir. Bu siyasi düşüncelerinin mücadelesini vermişlerdir. Bundan dolayı o dönemde Moğol iktidarına muhalif olan çevrelerle de mücadele etmişlerdir. Moğolların hâkimiyeti altındaki Selçuklu devleti 1262 yılında bir ferman yayınlayarak, Türkmenlerin ve Ahilerin ellerindeki tüm zaviyeleri, tekkeleri, mülkleri, vakıfları müsadere yoluyla el konulur. Bu fermanda “Mevlana’yı şeyh olarak tanıyanlar hariç” ilavesi vardır. Yani Moğollar bu mana sultanının hâkimiyetini iyice perçinleştirdiler. Mevlana’ya intisap etmeyenlerin şeyhliğini kabul etmediler. (Murat Kayacan, Prof. Dr.Mikail Bayram ile Mevlana'nın Moğollarla ve Moğol yanlılarıyla ilişkileri üzerine bir söyleşi, http: //www. muratkayacan. net/content/view/30735)
Celaleddin Rumî, şeyhi ve maşuku Şems’in telkinleriyle kendini bâtinî ilimlere o kadar kaptırmış ki, tamamen kendi zihninin ürünü olan ve Hüsameddin Çelebî’ye yazdırdığı şiirlerini, Kuran-ı Kerim’le boy ölçüştürmüştür.
             Muhyiddin Arabî ve Vahdeti Vücut ekolü, Mevlana’nın tasavvuf anlayışını çok etkilemiştir. Sadrettin Konevi sayesinde anlaşılabilir hale gelen vahdeti vücut felsefesi Anadolu’da gerek elit tabaka tasavvufunu, gerekse popüler tasavvufu derinden etkiledi.
Mevlana ve hocalarının başlattığı ve 13. Yüzyılın sonlarındaki “Mevlevilik” diye adlandırılan hareket de aslında 1262 yılından itibaren uzun bir süre iktidar olmuş tasavvufi bir harekettir. Mevlana’nın mektupları ve sohbetleri incelendiği zaman, devrinin siyasileri ile iyi ilişkiler içinde bulunduğu ve belli bir siyasi kadronun fikri tabanını oluşturmaya yönelik faaliyetleri olduğu rahatlıkla fark edilebilmektedir.
Mesnevi sadece ilahi aşk kitabı değildir. Eşek ve kadının sapık ilişkisi, hamamda düzülen adamın hikâyesi, kadınlar vaazına çarşaf giyerek giden adamın sarkıntılıkları gibi birçok çirkin hikâyeyi ayrıntılı olarak Mesnevi’de görebilirsiniz. Mevlana’daki müstehcen hikâyelerde amaç pornografi değildir. Amaç bazı insanları hicvederek, aşağılamaktır. Yılancı hikâyesinde anlattığı, sevmediği bir kişi Ahi Evran’dır. Orada Ahi Evran’a hakaret eder. Zira Ahi Evran’ın mesleği gereği, kışın dağlarda zehirli yılan toplayıp, bunlardan panzehir, serum imal etmektedir. Bundan daha kötüsü de içinde binlerce gayri İslami unsur bulunan bu kitabını, Allah katından inmiş gibi sunmasıdır.
Yine Şems ve Mevlana kadın karşıtıdır. Kadın düşmanlığı onlarda son derece şiddetlidir. Bu düşüncenin temeli eski İran kültüründen kaynaklanır. Hümanizmin devasa şahsiyeti olarak takdim edilen Mevlana’nın kadına bakışı şu şekildedir; Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur. Kadınlarla meşverette bulunun, ne derlerse aksini yapın. Şüphe yok ki onlara aykırı hareket etmeyen helâk oldu.” (Mevlana, Mesnevi, C.1. 2955. Beyit  vd.) 
Kadında hayvan sıfatı üstündür. Çünkü kadının renge, kokuya meyli vardır. O eşek de çayırlığın rengini, kokusunu duyunca elindeki bütün deliller kaçıp gitti. (Mevlana, Mesnevi, C.5, 2465.beyit) 
Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti “inin” emri ile beni buraya attı. O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm. Ruhu, tâ arştan bu yurda getirdi.” (Mevlana, Mesnevi, C.6, 2795. Beyit)
Mevlana sahabe hanımlarını bile zan altında bırakmaktan sakınmaz, onları savaşa gitmiş kocalarını aldatan ahlaksız kadınlar olarak tasvir eder.
         Fihi Mâ Fih’te şöyle bir hikâye anlatır: “Rivayet ederler ki; Peygamber, sahâbeyle bir savaştan gelmişti. Bu gece şehrin dışında yatacağız, yarın gireceğiz şehre diye davul çalın buyurdu. Ey Tanrı elçisi dediler, sebebi ne olabilir? Dedi, kadınlarınızı yabancı erkeklerle buluşmuş görürsünüz; canınız sıkılır; bir fitnedir, kopar. Sahâbeden biri (verilen emri) işitmeyip gitti ve karısını bir yabancıyla buldu.” (Mevlana, Fihi Ma Fih, 20. Bölüm, MEB Yay., İst /1990. s. 136-137)
Peygambere ve onun sahabesinin hanımlarına dil uzatmaktan çekinmeyen bunlar, Allah’ı koyunlarına alıp, onunla cima etmekten de utanmazlar: Şems-i Tebrizi’ye, karısı Kimya Hatun’u bazen Allah olarak, daha doğrusu ona Allah, karısı şeklinde görünürdü. Mevlana; bir çadırda Şems’i, karısı Kimya Hatun ile oynaşırken gördü. Mevlana oynaşmaları için biraz dışarıda dolaşıp, sonra hocasının yanına geldiğinde Şems; ‘O Kimya Hatun değildi. Yüce Tanrı beni o kadar sever ki, sevdiğim kimse suretinde yanıma gelir. Az önce senin beni halvet halinde gördüğün kadın da Kimya Hatun değildi, Allah Kimya Hatun şeklinde bana gelmişti’ der.” (Eflâkî, Menakıb’ul-Arifin, C.2, s.72)
Mevlana; Hallac-ı Mansur, Bayezdid-i Bistami, Ebul Hasan Harakani, Şakîk-i Belhî gibi İranlı, İran kültürünün temsilcisi bir mutasavvıftır ve bu mutasavvıflar Hulûliye mezhebindendir, Mevlana da Hulûliye mezhebindendir. Hulûl felsefesine göre, Allah insanlara hulûl eder/girer. Özellikle, Zerdüştler panteist, hulûliyecidirler. Bu Mecusi itikadına göre; kişi riyazet yaparak, bir takım çilelerle, zikirlerle Allah’la bütünleşir. Devamında Allah, insan benliğine hulul eder ve kişi artık ilah kesilir, artık konuştuğu her şey Allah’tan olur.” (Mikail Bayram, Anadolu İslam Algısının Oluşumunda Celaleddin-i Rumi-1, 2 www.youtube)
Mevlana’nın torunu ve onun felsefesini bugün olduğu gibi devam ettirmeye çalışan ve hiçbir takiyyeye de lüzum görmeyen Cemalnur Sargut Hanım aynen şöyle demektedir; “Aslında vahdet-i vücûd fikrine inanan ve kendini fenâ mertebesine ulaşmış olarak gören bir sûfî, doğal olarak Yaratıcı’nın sahip olduğu niteliklere, kendisinin de sahip olduğunu düşünür. Bâyezid-i Bestâmî, “İlmi Allah olan âlim, kitap olmaksızın ve ezberlemeksizin, O’ndan istediği kadarını istediği zamanda alır.” (Cemalnur Sargut, Allah Dostu Harakanî Hazretleri, Zaman Gazetesi, 14 Ekim 2012) 
            Mevlana, Mesnevî’sini kitabının başında şöyle över: “Bu kitap Mesnevi kitabıdır, Mesnevi, hakikate ulaşma ve yakin sırlarını açma hususunda dinin asıllarının, asıllarının asıllarıdır. Tanrı’nın en büyük fıkhı, Tanrı’nın en aydın yolu, Tanrı’nın en açık burhanıdır. Mesnevi, içinde kandil bulunan kandilliğe benzer (Nur24/ 35). Sabahlardan daha aydın bir surette parlar… Mesnevi, Mısır’daki Nil’e benzer. Sabırlılara içilecek sudur. Firavun’un soyuna sopuna ve kâfirlere ise hüsrandır. Nitekim Tanrı da, Hak onunla çoğunu azıtır, çoğunun da yolunu doğrultur demiştir. (İsra17/9) Şüphe yok ki Mesnevi, gönüllere şifadır, (İsra17/82) hüzünleri giderir, Kuran’ı apaçık bir hale koyar, rızıkların bolluğuna sebep olur, huyları güzelleştirir. Şanları yüce, özleri hayırlı kâtiplerin elleriyle yazılmıştır. (Abese78/ 13-6) Temiz kişilerden başkasının dokunmasına müsaade etmezler. (Vakıa56/79) Mesnevi, Âlemlerin Rabbinden inmedir. (Vakıa56 /80). Batıl ne önünden gelebilir, ne ardından. (Fussilet41/ 42). Tanrı onu korur, gözetir; (Hicr15/ 9) Tanrı en iyi koruyandır. Mesnevi’nin bundan başka lakapları da var (Mesnevi Manevî, Mesnevi Şerif, Saykalü’l-ervah/ Ruhların cilası), o lakapları veren de Tanrı’dır.” (Mevlânâ, Mesnevi C.I, Önsöz, Çev; Veled İzbulak MEB, İst.1991)
           Mevlana; Mesnevisine verdiği sıfatlar Kuran’ın sıfatlarıdır. “Mesnevi Âlemlerin Rabbinden inmedir; Bâtıl ne önünden gelebilir, ne ardından. Tanrı onu korur, gözetir” derken aklınca, Kuran’a nazire yapmaktadır, zira Kuran’da şöyle denmiştir. “O Kuran, eşsiz bir kitaptır. Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi çok övülen Allah’tan indirilmiştir. (Fussilet41/ 41-42) “Şüphesiz bu ayetler değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış…” (Abese78/11-6), “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir” (Vakıa56/79)
            Eflaki, “Menakıb’ül Arifin” de şöyle bir hikâye vardır; Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan biri babama şikâyette bulundu ve âlimler Mesnevi’ye neden Kuran diyorlar diye benimle bahse girişti; ben de Kuran’ın tefsiridir deyince babam bir an susup sonra; “A sersem dedi, niçin olmasın? A eşek, niçin olmasın? A kahpenin kardeşi niçin olmasın? Peygamberlere verilen harfi zarflarda Allah sırlarının nurlarından başka bir şey yoktur ki. Allah sözü, onların temiz gönüllerinden biter, ırmağa benzeyen dillerden akar. İster Süryanice olsun, ister Seb’ul mesani dilince… İster İbranice olsun… İster Arapça!”
Mevlana; Mesnevi’sinin vahiy mahsulü olduğunu pervasızca ilan eder; “Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya… Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir! Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir. Sen istersen onu gönül vahyi farzet… Gönül zaten onun nazargâhıdır… Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder? Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün… Hatadan, yanılmadan eminsin!” (Mesnevi, C.4 1852-5.beyitler)
“Bu can, bu tende olduğu sürece ben Kur’an’ın kölesiyim” diyen bir Mevlana, Mesnevisi ile ilgili, bunları söyleyemez. Kur’an’ın kölesi olan Mevlana, birinci Mevlana’dır. Anlaşılıyor ki, Birinci Mevlana’nın sözleri ile ikincisininki birbirine karışmış. Uydurulan bir takım fıkraların, gerçek Nasreddin hocaya atfedildiği gibi… Onun için bu hakikatleri bilip gerçeğini, sahtesinden ayırt etmek zorundayız.
Mevlana, Hz. Ali’ye yazdığı naatta ona, Allah’ın niteliklerini vermekten de kaçınmaz: “O açıklayıcı imam, o Tanrı velisi safa ehlinin vücut güneşidir. Yerde, gökte, mekânda, zamanda Hakla duran o imamın zatî, iç ve dış temizliğiyle vasıflanmak vaciptir. Dünyevî ve beşerî sıfatlardan dışarıdır…Beka çevresinde döner dolaşır, yaratıkları yaratanın zati gibi o bakîdir. Hakkın yüksek sıfatları Ali’nin vasfıdır. Hakkın sıfatları zaten ayrı değildir. O, Tanrının zatına yapışmış, o olmuştur. Çünkü o, haktan hakla görünmüştür. O hazinenin nakdî, tükenmez ilimdi. İşte o ilimden maksût, Yüce Ali’dir. Hakkın hikmetini ondan başka kimse bilmez. Zira o hakîmdir, her şeyin bilginidir. İptidasız evvel o idi, sonsuz âhir de o olur. Peygamberlere yardım eden o idi, velilerin gören gözü de hakikaten odur. Yüzünün nurlu parıltısı, kendi ziyasından bir güneş yarattı. O, hak iledir; hak ondan görünür. Hakka ki, o hak ile ebedidir. Âdem’in toprağı onun nurundan idi. O sebeple meleklerin tacı oldu; Allah’ın isimleri ondan belirdi. O temiz ve yüce imamın ilmi sayesinde, Âdem her şeyi anladı. O nur tek olan yaradanın nuru olduğu içindir ki, melekût onun huzurunda secde ettiler. Evet, muhakkak ki, Âdem, o imamın nuru ile bütün ilâhi isimleri bildi… O, bütün peygamberlerin sırrında idi. Cenabı Mustafa: “Benimle açıkça beraber bulundu” dedi. Dinde evvel, âhir o idi. Allah ile içli, dışlı o idi... İşte bunları söyledim ki, bu yüksek mananın nüktesini öğrenesin de yüksek velâyete eresin. Sence apaçık bilinsin ki, hakkıyla yüce olan odur. Ey efendi! Benimle boşuna kavga etme, bu böyledir. Hakikat budur ki, hepimiz zerreyiz, güneş odur. Biz hepimiz damlayız, deniz odur. (Mevlana, Divan-ı Kebir’ den Seçme Şiirler, C.1, MEB Yay, İst.1989, s.3-5) 
            “Cihan var oldukça Ali var olur. Cihan var olurken de Ali vardı. Cihanın temeli suret buluncaya kadar var olan Ali idi. Yer resmedilinceye, zaman husule gelinceye kadar var olan Ali idi. Veli, vasiy olan Şah Ali, cömertliğin, keremin, bağışın Sultanı Ali idi. Ali’den ötürü melekler Âdem’ e secde ettiler. Âdem bir kıble gibi idi, secde olunan Ali idi! Âdem de, Şit de, Eyyup da, İdris de, Yûsuf da, Yûnus da, Hûd da, Mûsa da, İsa da, İlyas da, Salih de, Dâvut da Ali idi! Nefsin tamamından ötürü cihan sofrası üzerinde elini bulaştırmayan kahraman aslan Ali idi. Kuran’ın yer yer ayetlerinde Tanrının ismetini vasıf ile övdüğü Kuran sırlarının kâşifi Ali idi. Kapısının toprağı kadir ve kıymette Arşın semasından daha ileri geçen, o durmadan hakka secde eden ârif Ali idi… Âfaka her bakışımda gördüm ki, yakîn yüzünden her varlıkta var olan Ali idi. Bu küfür olmaz, küfür olan söz bu değildir.” (Mevlâna, Divan-ı Kebir’ den Seçme Şiirler, MEB Yay, c.2, s.156 vd.) 
Aklı evveller, “Hz. Ali’ye yazılan bu naat, aşk ile yazılmıştır, lütfen akılla değil de gönülle anlamaya çalışın” diyerek bu saçmalıklara kılıf bulmaya çalışmışlardır.
Yine Mevlana, hac ile şu şekilde alay eder; “Fakir, hane halkı kalabalık bir Pir (yaşlı şeyh) ‘Ey Bayezid nereye gidiyorsun? dedi. Bayezid, ‘Kâbe’ye gidiyorum’ diye cevap verdi. Pir dedi ki; ‘Yol masrafı olarak yanında ne var? Bayezid, ‘İki yüz dirhem gümüşüm var’ deyince, Pir, ‘Etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil. O dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, umre ettin, Safa’ya koştun, Sa’y erkânını yerine getirdin. Allah hakkı için O beni kendi evinden üstün kıldı. O Kâbe’yi kurdu kuralı orayı bir kere ziyaret etmedi. Ama benim bu beden evimden hiç çıkmadı.” (Mesnevi, C.2, 2238-2243.beyitler)
                  Bununla da yetinmeyerek, peygamberden üstün olduğunu şu sözlerle ifade ediyor; “Bugün Ahmed benim; Ama dünkü Ahmed değil. Bugün anka benim; Ama yemle beslenen kuşcağız değil.” (Mevlânâ Celâleddin, A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım, s.203)
“Seçilmiş Muhammed’in yolunun tozuyum” diyen Mevlana, bunları da diyemez. Bu söz birinci Mevlana’ya aittir.
           Ve devamla, Allah olduğunu söylüyor; “Enelhak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından. Şişelerle, küplerle içtim ben, sızmadım, ben, sultanların aradığı sultan. Ben hacetler kıblesiyim. Gönlün kıblesiyim ben. Cuma mescidi değilim, insanlık mescidiyim ben.” (A. Gölpınarlı, a.g.e. s.292)
Mevlana, bir işin yapılmasını emreder. Şeyh Muhammed Hâdim, ‘İnşaallah (Allah dilerse)’ deyince Mevlana bağırır. “A aptal, ya söyleyen kim?” Fakat bu Tanrılığı yalnızca kendisine hasretmez. Ona göre; herkes Tanrı’dır ve insan insanlığını anlayınca O olur.” (A.Gölpınarlı, a.g.e, s. 196)
“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte, kadında söze ve vasfa sığmaz ruh! Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de aradan kalkınca kalan yalnız sensin. Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i vücuda getirdin. Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar.  (Mesnevi, C. 1,1785-8 beyitler) 
               Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oynamak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş. Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını, oynanan oyunun -karşı rakipler olmadığından- ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söyler.
Hatta Musa ile Firavunun aynı şahıs olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söyler. Şöyle ki: “Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Musa, öbür Musa ile savaşa düştü. Renksizlik âlemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı âleme erişirsin.”
(Mesnevi, C.1, 2467-8.beyitler)
Mevlana, kendisinin hakikatler ve dinler konusundaki görüşünü anlatırken, kendisinin böyle şeylere bağlı olmadığını, mızrağın kalkanı deldiği gibi, böyle şeylerden kurtulup uzaklaştığını anlatmaktadır. Ona göre, geceyle gündüz birdir, dolayısıyla aydınlıkla karanlık da birdir ve kesin hakikat diye bir şey yoktur. Kesin hakikat kabul etmemekle de, bütün dinlerin aynı olduğunu söyler.“Mızrak, kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. Ondan dolayı bence bütün şeriatlar, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat aynı.” (Mesnevi, C. I, 3503–3504. Beyitler)
             Mevlana, ne kadar büyük evliyadır bilemeyiz ama şeyhinin içki içtiği herkesin malumudur. Hatta onun içki içmesi ile ilgili takılanlara çok ağır küfürler etmektedir. Mevlana’ya bir gün fakihler, şarap helal mi, yoksa haram mı? diye takılırlar. Maksatları Şems-i Tebriz’e laf sokmaktı. Mevlana bunun üzerine şöyle dedi;
“İçse ne çıkar? Bir fıçı şarabı denize dökseler denizi bozmaz. Böyle tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Bu denizin suyuyla abdest almak, onu içmek caizdir. Fakat küçücük havuzu şüphesiz bir damla şarap pisletir. Böylece tuzlu denize düşen her şey tuz hükmüne girer. Eğer Şems-i Tebriz içiyorsa ona her şey mübahtır. Çünkü o deniz gibidir. Eğer bunu senin gibi bir kahpenin kardeşi yaparsa, ona arpa ekmeği bile haramdır.” (Menakıb’ül-Arifin, Eflaki, C.2, s. 72)
             Mevlâna, nihayet halka haram olan şarabın Kalenderilere helâl olduğunu söyler ve derki; “Zevk veren her şey, şu aşağılık kişiler, bir delil elde edip dadanmasınlar diye yasaklanmıştır. Yoksa şarap, çeng, güzel sevmek ve semâ, haslara helâldir, aşağılık kişilere haram.” (A. Gölpınarlı, İnkılâb Kitabevi, İst/1985, 4.basım. s. 198-200)
           Mevlâna’da fatalizmin/kaderciliğin en katmerlisini görebilirsiniz. “Kimin haddi vardır ki kendiliğinden, Tanrı hükmüne esir olmuş bir kişiye kılıç vurabilsin! Çünkü Tanrı, kimin gözünü açmışsa o adam bilir ki katil, takdirin esiridir. O takdir kimin boynuna geçmişse kendi oğlunun başına bile kılıç vurmuştur. Yürü, kork ve kötüleri az kına; takdirin hüküm tuzağına karşı aczini bil!” (Mesnevi C. 1, 3889-92.beyitler)
                Görüldüğü gibi, onlara göre iyilik ve kötülük mukadderatın eseri olup, iyi ve kötü, suç ve suçlu yoktur.
Mevlana dini ilimleri öğrenmeye de karşıdır; İlim dediğin, hocadan, kitaptan öğrenilmez, direk Allah’tan alınır(!) “Tanrı’dan vasıtasız verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz uçup gider.” (Mesnevi, C.I, 3449.beyit)
              “Şeyh, Tanrı gibi aletsiz işler görür, Müritlere sözsüz dersler verir.” (Mesnevi, C.2, 3323.beyit)
Mevlana’ya göre, ilahi hakikatler akılla kavranamaz. Ona göre aşk ve vecdle anlaşılan ilahi gerçek karşısında akıl, çamura batmış eşek gibidir. Ona göre akıl, körün elindeki değnek gibidir. (Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s.157-8)
             Aklı kullanan, onunla kıyas yapan kişileri İblis’e benzetir ve “İlk kıyas yapan İblis olmuştur” der.
Şems, şer’i ilimlere “kıl-ü kâl /dedi kodu” der. Güya Şems, Mevlana’nın tüm kitaplarını havuza atar. Mevlana; “Biz Kuran’ın özünü ve ruhunu aldık, postunu köpeklerin önüne attık” diyerek Kuran’ın bir kısmını gereksiz olduğunu söyleyebilir. Ebussuud Efendi’nin bu konudaki fetvası çok nettir: “Bir kimse Mevlana’nın Mesnevisini okumak, Kuran’ı okumaktan daha faziletlidir, zira Mesnevi Kuran’ın özüdür dese” kâfir olur ve katli helal olur” der. (Süleyman Uludağ, a.g.e. s.141-2)
             Fazla söze hacet yoktur. Mesele anlaşılmıştır. Takdir ve tercih okuyucularımızındır.