2 Ocak 2011 Pazar

Ka’be ve Mekke / Ali Bulaç


Kâ’be, yedinci semada bulunan Beyt-i Ma’mur’un, her gün 70 bin meleğin Allah’ı tespih etmek, O’nun ismini yüceltmek ve O’na zikir ve ibadet etmek üzere içine girip çıktıkları ve etrafında tavafta bulundukları nurdan bir mabedin yeryüzündeki iz düşümüdür. Beyt-i Mamur’un varlığı Kur’an’la sabittir (52/Tur, 4). Öyle ki: “Eğer Beyt-i Ma’mur’dan bir taş atılacak olsa, Kâ’be’nin damına düşer. “ Bu anlatımdan hareketle şunu söyleyebiliriz:
İlk Ev’in (Kâ’be), ilk önemli özelliği, müteal/aşkın olan ile dünya veya gökler ile yeryüzü (sema ile arz) arasında bağımızı kurmasıdır. İkinci önemli özelliği, Ka’be’nin Beyt-i Atik olmasıdır. Kur’an’ı Kerim’in tarif ettiğine göre, en eski ev, ilk Ev’dir: “Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidayet olan (Ka'be)dir.“ (3/Al-i İmran, 96). Bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: “Yüce Allah'ın yeryüzünde dikmiş olduğu ilk dağ Ebu Kubeys dağıdır. Daha sonar diğer dağlar buradan uzayıp gitmiştir" (İbn Abbas'tan rivayet edilen bu hadis için bkz. Razi, 2/Bakara, 125. ayetin tefsiri.)
İlk Ev, aynı zamanda insanların özgürlüklerini kazandıkları bir ev konumundadır (Beyt-i Atik). “Atik” en eski anlamına geldiği gibi, özgürlüğün kazanılması demektir de.
Demek ki, şehir dediğimiz kavram veya insanın şehirle olan ilişkisi, birkaç yüz sene öncesine, 1750’de başlayan sanayi devrimine dayanmaz. Şehir –basit manada düzenli ve amaçlı yerleşim birimi- ilk insanla beraber ortaya çıkmıştır. Sanayii devrimiyle ortaya çıkmış bulunan “madern kent”tir. Batılı sosyal bilimciler modern kent olgusundan hareketle beşeriyetin tarihinin tamamını kendi perspektiflerinden okumaya tabi tutuyorlar.
Hz. Âdem yeryüzüne inip de Havva anamızla buluştuktan sonra Rabbine yalvarmış ve şöyle demişti: “Rabbim, ben cennetteyken çok hoş ve güzel sesler duyuyordum. Melekler o evi, tesbihlerle tavaf ediyorlardı, ben o harikulade seslerle mutlu oluyordum, onların zikir ve tesbihlerine iştirak ediyordum. Bana ihsan ve lütufta bulun, dünyada da o sesleri duyayım, seni tesbih edeyim.” Burada  derin bir sembolizm olduğu açıktır. İnsan olarak türümüzün babası Hz. Âdem yeryüzüne, gurbete geliyor, yabancı bir yere düşüyor ve yabancılaşıyor. Sonra tekrar köküne, aslına, özüne, cennetteki varlığına dönme arzusunun bir sonucu olarak, bu duayı yapıp türümüzün tarihini tayin edecek bir talepte bulunuyor.
Şanı yüce Allah, babamızın duasını kabul edince buyurdu ki: “Beyt-i Ma’mur’un tam altında bir ev inşa et ve bu evi tavaf et”. Ezraki ve başka İslam bilginlerinin Kâ’be’yle ilgili verdikleri bilgiler şunu gösteriyor ki, Hz. Âdem ve çocukları, Cebrail aleyhisselamın yol göstermesiyle Kâ’be’yi küp şeklinde inşa etmişlerdir; kendi barınaklarını da Kâ’be’ye yakın yapmışlardır. “Mesken/ev” yapmalarının sebebi, elbette kışın soğuğundan, yazın sıcağından ve tabiattaki vahşi hayvanların saldırısından korunmak yanında,  her gün yürüyüş mesafesinde Kâ’be’ye ulaşıp Allah’a ibadet etme düşüncesidir. Onları yeryüzünde iskan ettiren, Ka’be’nin sabit yerde bulunmasıdır, çünkü meskende sükunu Ka’be’nin anlamında bulmuşlardır. Bu, Müslümanların evlerinin birer “mescid” olmasının ilhamıdır, Firavun’un ağır zulmü altında iken Hz. Musa’ya gelen emir, İsrailoğullarından evlerini birer mescid yapmalarıydı.
Bu önemlidir, zira şehri, barınağı ve yeryüzünde iskanı ortaya çıkaran önemli faktörlerden biri maddi zaruretler ve ibadettir, yani Kâ’be’ye ulaşmaktır. Tarihin ilk gününden bu yana tevhid inancı üzerinde yaşayanlar, din ile dünya arasında çatışma yaşamamışlar, maddi/ekonomik zaruretlerle dini hayatlarını bir arada yürütmüşlerdir ki, bunu şehircilikten gündelik hayatın tanzimine kadar her alanda müşahede etmek mümkündür.
İlk Ev ve ilk yerleşimin çekirdek modeli olan evlere baktığımızda, genel şehircilikle ilgili başka parametrelerin varlığına da rastlıyoruz: Mesela Kâ’be “küp” şeklinde olduğu için, ona benzemesin diye ilk evler dairevi tasarlandı; Kâ’be’den daha alçak inşa edilmelerine özellikle dikkat edildi. Bu, şehrin asli referansının müteal olduğunu, özünde insanın haddini bilmesini hatırlatan ögeler taşıdığını ve medeniyetin insani tevazuyu aşıp kibre ve tekebbüre, tekasür ve tefahüre dönüşmesinin tehlikeli oluşuna işaret eder.
Kâbe’nin üçüncü özelliği, şehrin merkezi ve çekirdeği olmasıdır. Nasıl Allah’ın birliği inancı ve fikri tevhid, alem tasavvurunun merkezi ise, Ka’be de varlık aleminin merkezidir ve aynı zamanda insan hayatının içinde sürdüğü şehrin de kalbidir.
Demek ki Kâ’be, mütealin iz düşümüdür, gökler ile yer arasındaki manevi koridordur; varlık âleminin merkezidir; atik olması hasebiyle ilk noktadır ve kölelerin özgürlüklerini kazandığı, hayatın ve insanın ayağa kalktığı enerji kaynağıdır. Dikey manada tarihteki sürekliliği, beşeriyetin ve insanoğlunun sahih geleneğini ifade eder. Yatay olarak bizim açımızdan manevi, müteal merkezi, birleştirici noktayı, asli referansı, sıfır noktayı ifade etmektedir. Kâ’be bütün yönlerin gelip toplandığı noktadır; tavaf mahallinde (metaf) artık yön kalmamıştır; bütün mecralar, bütün istikametler orada sıfırlanmıştır. Zira insan(lar) sadece Kâ’be’de, dünyanın merkezinde değil, aynı zamanda varlığın merkezinde ve varlıkta yer alan herşeyle harmoni halinde orada bir olmuş ve birleşmiş olmaktadırlar.
Yine bu konuda Enam Suresi 92. ayette belirtildiği üzere, Mekke, “Ümm’ül Kura”, yani şehirlerin anasıdır. Bu, “Ka’be’nin ilk inşa edilen ev” olgusunu teyid etmektedir. Demek ki çekirdek Kâ’be’dir, onun etrafında da Mekke veya Bekke kurulmuştur. Dolayısıyla ilk Ev, ilk insan tarafından kuruldu ve sonrasında da, bu Ev’in etrafında ilk şehir, yani Mekke vücud buldu. Zaman içinde nüfus arttıkça insanlık, oradan yeryüzüne dağıldı.
Bir başka husus, biz dünyada yaşıyoruz; dünya, kelime manasının ve etimolojisinin bize ifade ettiği üzere “edna ve deni”dir; merkezden en uzak noktada bir varlık mertebesidir ve aynı zamanda varlık mertebesinin en alçak noktasındadır. Bir bakıma Mekke ve Kâ’be, bizi tekrar merkeze ve müteal olana bağlamaktadır. Medine ise, yeryüzünde insanın kurduğu, geliştirdiği, ortaya çıkardığı medeniyetin dünyadaki merkezini ifade etmektedir.  Bu açıdan bakıldığında biz Müslümanlar için  Mekke varlığın, Medine medeniyetimizin merkezidir. Mekke’nin merkezinde Ka’be, Medine’nin merkezinde Mescid-i Nebevi bulunmaktadır. Her ikisi de haremdir. Yani şehirlerimiz ve medeniyetimiz “ihtiram”ı, yani saygı ve hürmeti, hukuk kurallarını (helal ve haramlar) ve mahremiyeti esas alarak kurulmalıdırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder